27 Aralık 2012 Perşembe

Kurtuluş Savaşında Emperyalizmi Nasıl Denize Döktük?




(Star Gazetesi Açık Görüş eki, 19 Ekim 2008)
Birinci Dünya Savaşında Türkiye, İngiltere karşısında feci bir hezimete uğradı. Her kilometresi için çatır çatır savaşarak, bugünkü Türkiye’nin aşağı yukarı dört katı toprak kaybetti. Bu topraklar üzerinde daha sonra Hicaz, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, İsrail diye altı tane devlet kurdular.
1918 Eylülünde Allenby’nin ordusu bugünkü İsrail’in ortalarında bir yerde hücuma geçti. Alman başkomutanın yanında Mustafa Kemal Paşanın kumanda ettiği 7ci ve 8ci Osmanlı ordularını neredeyse tüm mevcuduyla esir aldı. Bunu haber alan Ürdün’deki 4cü ordu da çil yavrusu gibi dağıldı. Birbuçuk ayda İngilizler Suriye’yi aşıp Kilis-İskenderun hattına dayandılar. Karşılarında organize birlik namına bir şey kalmamıştı. Fransızlara verilmiş sözleri vardı, Adana ile Maraş’ı alıp size vereceğiz diye. Buna rağmen,bugüne dek açıklanmamış bir nedenle, İngilizler bu hatta durup ateşkesi kabul ettiler.
1918’de Britanya İmparatorluğunun silah altında yaklaşık beş milyon askeri bulunuyordu. Bunların yüzbin kadarı – kimi kaynaklara göre 150 bini – Filistin ve Irak cephelerinde Osmanlı ile savaştı. Demek ki İngiltere,toplam askeri gücünün otuzüçte birini ya da ellide birini Türk cephesine ayırmıştı. Buna karşılık, Kafkasya fethine çıkan derme çatma seferi gücü saymazsak, Türk ordusunun aktif mevcudunun tamamına yakını bu tarihte İngilizlere karşı harpteydi.
Büyük Britanya’nın 1914’te ulusal geliri (kolonileri hariç) 2,5 milyar sterlin idi. Osmanlı’nın rakamları tam belli değil, ama bunun yirmibeşte biri kadar bir şey olmalı. Kamu bütçeleri arasındaki fark daha da feciydi, sanırım altmış-yetmiş kat gibi. Yani Britanya İmparatorluğu, canı isterse,parasını verip 60-70 tane Osmanlı ordusu ile donanması satın alacakdurumdaydı. Cihan Harbinde Almanlar biraz yardım ettiler de hemen çökmedik, dört sene sonra çöktük.
Bunları neden anlatıyoruz? Olayları bir perspektife koyalım, hayal mahsulü gazalarda lüzumsuz vakit kaybetmeyelim diye. Yahut dilerseniz şöyle diyelim: 1918’de bizi perişan eden düşmanı 1922’de nasıl denize dökmüşüz, daha net bir şekilde değerlendirelim diye.
Mondros Mütarekesi
Bunlar ders kitabı konuları, öö, deyip bırakmayın lütfen. Yazı ilginçleşecek.
30 Ekim 1918’de Mondros’ta ateşkes imzalandı. Ateşkes hükümleri ağırdı: Türk ordusunun artanı derhal terhis edilecek; müttefik esirleri bırakılacak; ateşkes sınırının dışında kalan birlikler teslim olacak; galip devletler gerekli gördükleri limanları, demiryolu istasyonlarını, stratejik noktaları işgal edecekler; askeri teçhizat teslim edilecek.
Bunlar ağır hükümlerdir, ama aynı günlerde Bulgaristan’a, Avusturya-Macaristan’a, Almanya’ya dayatılan ateşkes koşullarından pek farklı değildir. Alman bırakışmasının askeri ve ekonomik hükümleri daha ağırdır. Tek önemli fark, Türkiye’nin kendine özgü koşullarından doğan 24. maddedir. Bu maddeye göre, altı doğu vilayetinde karışıklık çıkarsa galip devletler buraları da işgal edebilecekti. Karışıklıktan kasıt, savaş sırasında sürülen Ermenilerin evlerine dönmesi halinde çıkabilecek olaylardır.
Türk basını Mondros’u, sevinçle demeyelim ama ihtiyatlı bir iyimserlikle karşıladı. Sonradan Milli Mücadele önderleri olan Fethi ve Rauf BeylerinMinber gazetesi, mütarekeyi “en büyük siyasi başarı” olarak değerlendirdi, İngilizlerin “centilmenliğini” ve “hakkaniyetini” övdü. O sırada cephede olan Mustafa Kemal Paşa, iki hafta sonra başkente döner dönmez, en yakın silah ve örgüt arkadaşının çıkardığı bu gazeteye ortak oldu.
Birbuçuk sene sonra ilan edilecek olan Misak-ı Milli’nin her ne pahasına olursa olsun savunmaya ant içtiği “gayrı kabili tecezzi” vatan toprakları, Mondros ateşkesi ile belirlenen sınırlardı. Bunu da bir kenara kaydedelim.
Birinci evre: Temizlen dost olalım
Mütarekeden sonra İngiliz politikası tek bir çizgide devam etmedi. Ben üç evre görüyorum. Bunları birbirinden ayırırsak belki olayları daha iyi anlama imkânımız olur, sapla samanı birbirine daha az karıştırırız.
Birinci evre 1918 Kasımından 1919 Nisan sonuna kadarki altı aydır. Bu aşamada İngiltere zafer sarhoşluğu içindedir, ordularını daha terhis etmemiştir, mali kriz patlak vermemiştir. Türkler ise perişandır, bir şeye direnecek halleri yoktur. Buna rağmen, ufak tefek birkaç garnizon dışında bu dönemde ciddi bir işgal olmadı. Olaylar gayet mülayim seyretti. Müttefik yüksek komiserliği sadece bir konuda ısrarcı davrandı. “Savaş suçlularının” cezalandırılmasını talep ettiler. Bunu mutedil bir barışın ön şartı olarak ileri sürdüler.
Suçlulardan kasıt, bir, ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki önderleri, iki, Ermeni tahcirinde adı çıkan zevat, bir de savaş sırasında sivil halka ve esirlere kötü muamele ettiği ileri sürülen Ali İhsan Sabis Paşa gibi birkaç komutandı.
“Tanırız, iyi çocuktur”
İttihatçılardan oluşan Meclisin bu işe yanaşmadığı görülünce 17 Aralıkta Meclis feshedildi. Tevfik Paşa hükümeti göstermelik birkaç mahkeme kurdu. Sonra korktu, duraksadı, topu taca attı. 3 Martta ihtiyar Tevfik Paşayı gönderip, yerine belki daha laf anlar diye düşündükleri Damat Ferid’i getirdiler. Yeni hükümet bir-iki namlı sanığı İngilizlerin hatırına astı. Ama bunu o kadar gönülsüzce yaptı ki, devamının gelmeyeceği anlaşıldı. İttihatçı örgütler ortalığı velveleye verip mahkûmları kahraman ediverdiler. Rejimin Goebbels’leri ile Himmler’lerini hedef alan tehdidi, vatanın şan ve şerefine yönelik bir tecavüz olarak sunmayı ve üstelik seçkinlerin çoğunu buna inandırmayı başardılar.
(Bu ahlaksızlığı yemeyip açık açık konuşan üç kişi çıktı sadece: çağın en dürüst yazarı Refik Halit, ahlak üzerine kafa yormuş tek filozofu Rıza Tevfik, memleketin en “Batılılaşmış” aydını Ali Kemal.)
Mayısta, güdümlü kalabalığın ayaklanıp tutukluları salıvereceği duyuldu. Bunun üzerine İngilizler 200 küsur sanığı toplayıp Malta’ya sürdüler. Mahkeme filan unutuldu, konu kapandı.
Mantık evliliği
Galiplerin kaygısı ilahi adalet değildi, hayır. 1945’te Nürnberg’de ve Japonya’da daha beceriklice yapacakları işin provasıydı. Yüz yahut ikiyüz kişiyi şiddetle cezalandır, geri kalanına günah çıkarma şansı tanı, “emir kuluyduk, suçlu değiliz” dedirt. Bir keçi bul, suçu ona yükle. Eskiyi yıka, pakla, siyasette yeni bir sayfa aç. Bu kadar basit. Bunu yapmadan, dünün düşmanıyla dost olamazsın.
Maksatları sırf Türkiye’yi güzelleştirmek de değildi, kuşkusuz. Kasım 1917 itibariyle Kuzeyde beliren büyük tehlikeye karşı sağlam duracak, ekonomisi düzgün, her an dağılıp bölünme kaygısı olmayan, Batı’yla iyi geçinen bir ülke lazımdı. Bunun için önce memlekette rejimin ve zihniyetin değişmesi gerekiyordu. Bir Adenauer yahut Brandt aradılar. Altı ayda gördüler ki İttihatçı yapı sapasağlam ayaktadır, memleketin her hücresine sinmiş her tersanesinde örgütlenmiştir, ve Türklere rejim değiştirtmek deveye hendek atlatmaktan daha zordur.
Doksan sene sonra Avrupa Birliği bakanları, Joost Lagendijk’lar filan, hala daha aynı duvara kafa atıp duruyorlar.
İkinci evre
1919 Mayısında müttefiklerin, fakat özellikle İngilizlerin tavrı değişti. Şiddet ve celal, eylemlerine egemen oldu, ya da en azından öyle göründü. “Cezalar”, müeyyideler, tehditler, kılıç şakırdatmalar gırla geldi. Her şeyden önce İzmir’e Yunanlılar çıkarıldı. O yaz ilan edilmesi beklenen Türk barışı belirsiz bir geleceğe ertelendi. (Allah için bir Türk tarihçisi de sormayı akıl etsin, nedendir, niye ertelediler diye!) Kars-Ardahan tarafında güvenlik nedeniyle varlığına göz yumulan Türk birlikleri boşaltıldı. O tarihe kadarİngilizlerin has adamı diye bilinen bazı Türk paşalarına karşı, birden, sert tavır takınıldı.
Yeni model: Sen düzeltemedin, bize bırak
1922 Ekimine kadar üç yıl beş ay süren bu ikinci dönemin ana diplomatik belgesi Sevr Antlaşmasıdır. İlginç bir metindir. Okumak gerekir.
Sevr’de, daha önce dünyada örneği olmayan yeni bir model önerilmiştir. Türkiye’nin bağımsızlığı fiilen lağvedilir. Ama o zamana kadar dünyada usul olanın aksine Türkiye bir ülkenin kontrolü, vesayeti, mandası vs. altına sokulmaz. Müttefik devletlerden (ama ağırlıkla Britanya, Fransa ve İtalya’dan) oluşan çok-uluslu bir idarenin gözetimine teslim edilir.
İç güvenlik, hukuk, maliye, dış ticaret, ulaşım, sendikal haklar, eğitim, hatta arkeoloji ve tarihi eserler alanında çokuluslu idarenin işleyişi ince detayına kadar Sevr’de tanımlanmıştır. Kurulan mekanizmalarda müttefiklerarası dengeler ön plandadır. Sözleşmenin muhatabı Türkler değildir, Türkiye’nin fikri bile sorulmaz. Üç büyük devlet, ama ayrıca Japonya, Sırbistan, Romanya, Yunanistan vesaire, misafir oyuncu olarak Rusya, kendi aralarında oturup dişe diş pazarlık ederler, bir tür konsorsiyum kurarlar.
Yalandan haritalar
Öte yandan Sevr, Türkiye’nin toprak bütünüğünü pek o kadar zedelemez. Bizim ders kitaplarında gösterilen “Sevr haritası” düpedüz yalandır. Antlaşmaya ekli olan resmi harita öyle değildir. Genel ilke olarak, nüfus çoğunluğu Türk olan her yer Türkiye’ye bırakılır. Yalnız nüfusu yakın tarihte değiştirilmiş olan Trakya’da, bir de Fransızların Anadolu’dan sürülmüş Ermenileri iskân etmeyi umdukları Dörtyol-Maraş-Antep-Urfa hattında sınır Türkiye aleyhine düzeltilir. (Buna mukabil Hakkari’nin güney sınırı bugünkünden daha geniş tutulmuştur.) Nüfusun yarısı Rum olan İzmir şehrinin durumu, beş sene sonra yapılacak referanduma ertelenir. Kürdistan ve Ermenistan mevzuları da, apaçık şantaj unsuru olarak kullanmak üzere açık bırakılır.
Teklif nettir. Ordunu dağıt, iç idarende dizginleri bize bırak. Karşılığında Erzurum-Hakkâri sınırını veririz. İzmir’i de düşünürüz.
Bir şeye dikkat edelim. Antlaşma metni 18-24 Nisan 1920’de üç büyüklerin San Remo konferansında şekillendi, 11 Mayıs’ta Türk tarafına sunuldu, 10 Ağustos 1920’de Sèvres’de imzalandı. Hatırlayın: Milli Mücadele bunlardan bir sene önce başlamıştı. Kemal Paşa rejimi Ekim 1919 ile en geç Aralık 1919 arasında Anadolu’nun tümüne hakim oldu. Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de toplandı.
Demek ki Milli Mücadele Sevr Antlaşmasına tepki değildir. Belki Sevr Milli Mücadeleye bir tepki olabilir.
Bu nasıl düşman?
İki noktanın daha altını çizelim.
Bir, İngilizler Yunan ordusunu İzmir’e, sonra Bursa-Eskişehir hattına, sonra da Ankara üzerine sürdüler, evet. Ama kendileri savaşa girmediler. 1919-22 yıllarında Anadolu’da Türklerle vuruşurken ölen veya yaralanan bir tek İngiliz askeri yoktur. Yunan başbakanı yalvar yakar diller döktüğü halde kurmay desteği bile vermediler. Demek ki Türklerle bizzat çatışmaya girmek istemediler. Neden? Belki Türkler Bolşeviklere büsbütün mahkûm olsun istemediler. Belki Yunanlıların savaşı kazanmasını beklemiyorlardı. Ya da Türkler kazanacak olursa diye ellerindeki seçenekleri açık tuttular.
İki, İngiltere’nin hiçbir tarihte Türkiye’den açık ya da kapalı toprak talebi olmadı. Fransa’nın Adana-Maraş’ta gözü vardı; İtalya yarım ağızla Antalya’yı, Fethiye’yi, Marmaris’i istedi, vermediler. Ama İngiltere’nin öyle bir isteği olmadı. Bir ara gündeme gelen İngiliz mandası teklifini de kesinlikle reddettiler. Niyet olsa saklanması beklenmezdi: çünkü o çağda bu işler, bugün müstehcen sayılacak bir açıklıkla dile getirilebiliyordu.
Üçüncü evre: Olmadı anlaşalım
Türk-Yunan savaşını Türkler kazandı. İngiliz tavrı anında değişti. Sevr rafa kalktı, Türkiye’nin yeni hakimleriyle masaya oturuldu. İngiltere başbakanı tempo değişikliğine ayak uydurmakta birazcık gecikti, Eylül 1922’deki Çanakkale vakasında ayağı sürçtü, sert konuşmaya devam etti. Tık! 19 Ekim’de Carlton Club deklarasyonuyla koskoca Lloyd George’u üç günde indiriverdiler.
Oysa bu işlerden anlayan herkes Yunan yenilgisini daha baştan öngörmüştü. Harp Bakanı Winston Churchill, daha 1921’de, Yunanlıları desteklemenin büyük hata olduğu kanısındaydı. Dışişleri Bakanı Curzon İzmir’i Yunanlılara vermenin ahmaklık olduğunu ta 1919’da söylemişti. 1920’de Fransız Mareşali Foch Türkleri yenmek için 27 tümen gerektiğini bildirmişti; oysa Yunanlılar ıkına sıkına 12 tümen ancak çıkarabildiler.
Diyelim ki İngiliz politikasını yapanlar bu makul görüşlere kulak asmayıp Yunanistan+Sevr kartına gönülden inandılar. En azından bir B planı yapmış olmaları gerekir değil mi?
Acaba “Türk düşmanı” Lloyd George’un gazına gelip yanlış yola mı gittiler? İkili mi oynadılar? Yoksa usta kumarbazlar gibi “yazı gelse ben tura da gelse ben” hesabı mı yaptılar? Sevr tutarsa ne ala, tutmazsa Lozan veririz!
Lozan’da kim kaybetti?
Lozan’da İngiliz çıkarlarına aykırı bir şey var mıdır? Hiç zannetmiyorum.İsmet Paşa istediği kadar debelensin, sonuçta imzalanan metin, baştan yüksek tutulmuş birkaç pazarlık hamlesi hariç, İngilizlerin dayattığı metindir.
Esas konu Sovyet yayılmacılığına karşı sağlam durabilecek dayanıklı bir Türkiye kurmaktı, o kuruldu. Arap ülkeleri meselesi konferansta doğru dürüst tartışma konusu bile edilmeden çözüldü, galipler dilediklerini aldılar. Irak’ın varlığı için elzem gördükleri Musul, fazla gürültü çıkarmadan halledildi. Ermenistan bu tarihte zaten Sovyet egemenliğine girmişti; o yüzden kuzeydoğu sınırı da konu edilmedi.
Türk maliyesinin acıklı durumundan dolayı savaş tazminatı sözkonusu değildi; ama özel hukuk altındaki eski Osmanlı borçları, biraz tenzilat, biraz taksit, güvenceye alındı. Boğazlarda uluslararası kontrol kuruldu. Birkaç sene sonra Türkiye’nin Sovyetlere karşı pozisyonu iyice netleşince o da kaldırıldı.
İç hukukta önceden öngörülen düzeyde bir Batı’ya açılma (“globalleşme”) olmadı; ama Ankara hükümeti, göstermelik de olsa birtakım Batılılaşma hamleleri yapmayı kabul etti. Ticaret hukuku ile medeni hukuku adamların istediği şekilde düzelttiler. Vatanın istiklali için devasa bir ordu kurma hakkını kopardılar. Ama öyle bir orduyu donatacak imkânları olmadığından, on sene sonra (1933’te) İngiltere’ye, yirmi sene sonra Amerika’ya kapılanmak zorunda kaldılar.
Lozan’da kim kaybetti? Yunanistan kaybetti, bu belli. İzmir ve Doğu Trakya hayali ellerinden gitti, dayak yedikleriyle kaldılar. Bir de Fransa kaybetti. Sevr Antlaşması, Türkiye’ye yakın güç ve büyüklükte, Fransız denetiminde bir Suriye öngörmüştü. O iş olmadı. Yirmi sene içinde Fransa Ortadoğu’dan silinip gitti.
İngiltere’de kimselerin, Yunanistan’la Fransa zarar gördü diye çok üzüldüğünü tahmin etmiyorum.
Sonuç
Burada maksat İngilizleri övmek değildir. Türklerin mücadelesini küçümsemek de değildir. Tabii ki Türkiye, 1918’deki korkunç yenilgiden sonra varlığını ve onurunu korumak için büyük bir mücadele verdi, vegünün şartlarında olabildiğince başarılı bir şekilde sonuçlandırdı.
Gene de insan düşünmeden edemiyor: 1918’de başka bir yol seçilseydibugün içinde yaşadığımız ülke şimdikinden daha medeni, daha dünyalı, daha müreffeh, daha komplekssiz bir yer olur muydu?
Nürnberg’de Nazi liderleri yargılanıp idam edilirken birçok Alman, galiplerle işbirliği yapan hakim ve siyasetçileri Almanlığa ihanetle, satılmışlıkla, onursuzlukla suçlamışlardı. Zaman onları haklı çıkarmadı. Bugünkü Almanya yeryüzü cenneti değil belki, ama fena bir yer de sayılmaz.
Bizim burası kadar çok yalanla yatıp kalkmak zorunda değiller, en azından

SEVAN NIŞANYAN/SIYASET VE TARIH YAZILARI

25 Aralık 2012 Salı

A day of a Lunatic: part 2: Water




Eventually, we entered  in nargile cafe. We sat inside the room, there was no place to sit outside. But it was OK because the weather was cold anyway. I followed the moustache's orders and I smoke the nargile really strongly. I wasn't contributing anything to the conversation. They became suspected about it. I was thursty. Musculed Kurdish guy brought the water. Everything started to accelatered again. I didn't want to experience same thing one more time. Moustache and clever beard were asking me many questions one after  one, one after one . Questions were like bullets, hurting my soul. I couldn't stand and I screamed, I love her !  They were suprised. I saw clever beard was smiling. They started to ask questions about her. I wasn't saying much. I told them the history of this love. They asked me who ? who ? who ! The bullets were hurting my soul and my soul bleeded silently. I showed the water. Moustache thought I completely lost it . Clever beard asked that the name is about water. I said, yes. Happy guy just glanced through the door. They started to say the names about water. Then the moustache realized who she is.

There is darkness around again. Nothing makes sense. They are coming from the darkness. They are going to get me. I am still afraid.

I found myself in minibus that was going to Esenyurt, famous Kurdish getto in Istanbul. The only thing that I could think of, is the sun. However there was no sun outside of minibus. I thought about the place of sun in the religion history and its circular shape. Moustache and clever beard kept asking me about the girl. I talked about another red haired girl that I met in Esenyurt minibus. A story begans with the word - fuck, motherfucker- then the roads wrote the story. We walked little bit after getting out the minibus. In that time I was talking about zodiac chamber, the mayans, the lions and the bulls. If the musculed guy would be there, he would beat crap out of me. The moustache was patient, the clever guy seemed enjoying the moment. Then we entered moustache's house. It was classical light house that everybody should step on the floppies in the toilet. I never see a guy actually wear it and the water top should be always dislocated as well. I have to step dicribing this house and giving so much information. Otherwise they will find me and kill me.

Yeah it is a joke, it is just a joke, mother forgive me ....

24 Aralık 2012 Pazartesi

Freud and Fantasy




There was a young lady Ongar
Who had a fair with conger
They said " so how does it feel to sleep with eel
Well, she said " just like a man, only longer


Psycho 1960 - Alfred Hitchcock



Usually, people read the lesson of Freudian psychoanalysis as if the secret meaning of everything is sexuality. But this is not what Freud wants to say. I think Freud wants to say the exact opposite. It’s not that everythingis a metaphor for sexuality, that whatever we are doing, we are always thinking about that. The Freudian question is, but what are we thinking when we are doing that? If I may be a little bit impertinent and relate to an unfortunate experience, probably known to most of us, how it happens that while one is engaged in sexual activity, all of a sudden one feels stupid. One loses contact with it. As if, “My God, what am I doing here, doing these stupid repetitive movements?” And so on and so on. Nothing changes in reality, in these strange moments where I, as it were, disconnect. It’s just that I lose the fantasmatic support. In sexuality, it’s never only me and my partner, or more partners, whatever you are doing. It’s always… There has to be always some fantasmatic element. There has to be some third imagined element which enables me, to engage in sexuality. 

Slavoj Zizek – The Pervert’s Guide to Cinema – Lacanian Psychoanalysis and Film

15 Aralık 2012 Cumartesi

Gece gece ne sicildi be ..





Geceye Okunan Siir


Bu kacinci denemen
Ve kimbilir kacinci yenilmen
Her denemende biraz daha 
Eksiliyorum bu hayattan !
Uslan be gece sican ! Uslan !

Umut Sarikaya

7 Aralık 2012 Cuma

A Day of a Lunatic: part 1: Illusion





They are coming from the darkness. They are going to get me. I am afraid .. Help me ...

The girl who sit by me, asked, did you fall in love with your neurology professor ? She got suprised face and little humiliating voice tone and little pity on me. I said, No ! Noooo .. The important thing for me is the ideas, facts, philosophy, emotions. She is a great scientist, that´s all. She seemed, she didn´t believed me at all. I didn´t care in that moment. I wasn´t myself. Everything in that class, seemed to me accelerated. Everything was so fast. Immunology teacher was talking about bullshit. The blonde girl asked about bulls. It doesn´t make any sense. I couln´t stand. I closed my eyes and wait for its passing. Even my eyes was closed I felt dizzy. Then after a moment something divine happened and everything slowed down as normal. But I wasn´t feeling fine. I felt like throwing up. I looked at my watch, there was just five minutes left. I hold on. Teacher left us free after two minutes. I got up immediately. I saw the black girl staring at me. Muscled guy told me something that I didn´t understand, but he is a good guy and good friend. I walked down the stairs. I was just going to breath fresh air. Little chubby guy approached me. He didn´t have smugged face like always. He smiled at me but I knew it was a pity smile. He said with a complaining tune, why ? why did you tell everybody dude ? it was just between you and me. I didn´t understood anything. Today nothing makes any sense. Then the girl had sat by me in the class, just approached me. She seems little hesistant. She told me, I understand you but you don´t seem OK. I replied, I am OK , don´t worry. She left but she gave me one last glance while she was leaving. Then muscled moustache guy arrived. He had a fucke up smile in his face. He said, I didn´t know, this fucking Russian told him. But the guy is fucking faggot anyway. A guy with beard and glasses intervened, Bisexual doesn´t mean fag. The guy had a clever face. Moustache replied, the guy is a gay, a fucking gay. He seemed really sure about this. They both loughed about that. The moustache grabbed my shoulder and told me with smiling face, I am sorry dude. Come on let go to have nargile, right, right ? They loughed again. I smiled little bit.

We went to the bus stop. After 20 minutes express bus arrived. We got into the bus. They were loughing and telling joked to eachother. The clever beard touched my knee and said, come on guy ! come to yourself. Everthing is cool. I said, I am OK and started to talk about something I don´t remember. I couln´t hear their voice. It was coming from so deep. We arrived Beyazit after one and quarter hour. In all the way I was thinking about my theories. I finished the draft yesterday night. " Tecrube ve Tekamul / Experience and Evolution. It was our plan, me and the clever beard. But he let it go somehow. I continued. I couln´t sleep for four days, but every theory is done right now.

We were hungry so we sit in the buffet before entering nargile cafe. They were loughing and telling jokes like always. Then I realized something terrible. I intervened their cheerful conservation and asked them, Was I silent today ? The clever beard answered, Yes, little bit, why ? I said, Something is happening to me today. Something wierd. Moustache intervened, Don´t talk bullshit, let´s smoke nargile you will be better. But in that moment I was sure. Yes, now everything is around me, is an illusion. I might not be here. I must be careful.

4 Aralık 2012 Salı

Keyser Soze




-kim bu keyser soze?
-söylendiğine göre türkmüş. babasının alman olduğu söylenir. kimse onun gerçek olduğuna inanmaz. kimse onunla direk olarak çalışan, onu tanıyan ya da gören birini bilmez. kobayashi'ye göre herhangi biri soze için çalışabilirdi. bilemezsin. bu da onun gücüydü. şeytanın yaptığı en büyük kurnazlık tüm dünyayı yaşamadığına inandırmakmış. bana anlatılan bir hikaye var. sanırım doğru... türkiye'deki günlerinden kalma. bir grup macar kendi mafyalarını kurmak istemişler.
güçlü olmanın paraya silaha ya da mala dayanmadığını anlamışlar. güçlü olmak için diğerlerinin yapamadığını yapmak gerekir. bir süre sonra yönetimi ele geçirmişler ve...soze'nin peşine düşmüşler. o zaman küçük işler uyuşturucu işi yapıyormuş.
bir öğleden sonra evine gelmişler onu arıyorlarmış. evde karısıyla çocuklarını bulmuşlar ve soze'yi beklemeye karar vermişler. eve geldiğinde karısını tecavüz edilmiş, çocuklarını da bağırırken bulmuş. macarlar soze'nin zorlu biri olduğunu biliyorlarmış. onunla dalaşılmazmış ona iş için geldiklerini söylemişler. ona işini ve toprağını istediklerini söylemişler.
soze, aile fertlerinin yüzlerine bakmış ve adamlara gerçek arzusunun ne olduğunu göstermiş. o günden sonra yaşamaktansa tüm ailesini ölü görmeyi yeğlediğini söylemiş.
son kalan macar'ın gitmesine izin vermiş. karısı ve çocuklarının gömülmesini beklemiş ve... sonra da tüm mafya üyelerinin peşine düşmüş. çocuklarını öldürmüş, karılarını öldürmüş, anne ve babalarını aile dostlarını öldürmüş. oturdukları evleri, çalıştıkları... dükkanları yakmış yıkmış. onlara borcu olan adamları da öldürmüş ve sonra birden yok olmuş.gizlenmiş sonra onu kimse görmemiş.bir efsane olmuş.
suçluların çocuklarını korkutmak için anlattıkları bir hikaye olmuş. babanı ele verirsen keyser soze seni yakalar. kimse gerçekten yaşadığına inanmaz. 
-sen inanıyor musun verbal?
-keaton şöyle derdi: "tanrı'ya inanmıyorum ama ondan korkuyorum". bense tanrı'ya inanıyorum ama tek korktuğum şey keyser soze.

                                             Usual Suspects _ Bryan Singer