30 Ocak 2012 Pazartesi

Edgar Allan Poe'ye Dair


Gecen Beyoglu'nda tunelin orda soguktan korunmaya calisirken Duygu'yla beraber kendimizi bir kitapciya atmistik. O kitapci da ne zamandir okumak istedigim Poe'nin kisa oykulerini derlemis bir kitap gordum. Kendim kisa hikaye yazmaya calistigimdan dolayi kitabi derhal alip eve donus yolunda okumaya basladim. Kuskusuz Poe'nin ismini daha evvelde duymustum fakat kitap'in onsozunu okudugumda yazara olan kesinlikle hayranligim artmisti.Poe'nin polisiye, bilimkurgu ve fantastik turden edebiyatin kokenindeki en onemli adam oldugunu bilmiyordum. Daha onceden de var olan kisa hikayenin bugunki seklini almasinda yeri dolmaz bir rol oynadigini da bilmiyordum. 40 senelik felaketlerle dolu omru hakkinda hic bir sey bilmiyordum. Onsozde cevirmen yazarin olumununde kalin bir sis perdesi ardinda oldugunu yazmisti. 

Poe hakkinda daha cok sey ogrenmek istedim. Onsozu okudukca Dosteyevski'nin bile 1861'de " Poe'nun sadece kendine has olan ve onu butun diger yazarlardan ayirt eden ozelligi, hayal gucunun olaganustu genisligidir " dedigini gordum. Elimdeki kitabin ilk hikayesi olan "Metzengerstein" adli oykude evrenin ve Tanri'nin bir ve ayni sey oldugunu, baslangicta cok kucuk bir nokta iken maddenin genleserek evreni olusturdugunu soyler. Bu genisleyen evren ve Big Bang Teorisinin ortaya atilmasindan onlarca yil evvele denk gelir. Poe, Einstein'a kadar sacmalik olarak gorulen uzay ve zamanin ayni sey oldugu fikrini de ortaya atan adamdi. Bunlardan baska kara delikler hakkinda fikirler ortaya surmus ve dogrulugu ancak bir yuzyil sonra anlasilan " Samanyolunun bir galaksi oldugu " fikrini savunmustur. 

Poe'nin tum bunlari nasil bilebildigi hakkinda elde hic bir yazili belge bulunmuyor. Yasami felaketlerle gecen Poe'nin konu uzerinde hic bir tahsil almamasina ragmen ileri surdugu fikirleri olusturan yuksek hayalgucu ve zekasina hayran kalmamak elde degil. Bir ergen gibi konusup Poe tam da cocuklugumda olmak istedigim adamdi diye yazimi bitireyim orda olmayan blog okurlari... 

Bulanti



Herseyin anlamsizlastigi gerceklikte sadece sacma ve anlamsiz varliga karsi duyulan bulanti hissinin ona anlam kattigini soyleyen Sartre garip bi adam. Yasadigimiz bulanti hissi olmadan anlamsiz bir dunyada yasamayi tercih ederlerdi insanlar herhalde. Anlamsiz ve bulantisiz bir dunyada ..

26 Ocak 2012 Perşembe

Umea'da bir bayram sabahi



Yagmurlu bir Umea gununde tum kuzey Umea'yi bisikletimle dolasip Camiiyi ararken iki eliyle tuttugu destegi sayesinde yuruyen sadece isvecce ve fince bilen yasli pamuk nine sayesinde Folk husete ulasmistim. Folk huset duraginda Somalili bir aileye camiinin yerini sordugumda tabiiki beni yanlis yonlendireceklerdi. (Bu arada yoldan gecmekte olan bi arabadan gelen yol tarifi sorusunu dogru yanitlamam akillara Erdem'i getirecekti). Ucuz alisveris merkezi Willy's in oraya ulasinca karsilastigim iki filistinli sayesinde camiinin aslinda sport centrum oldugunu ogrendim.. Oraya dogru birlikte yol alirken birazcik Iranlilara kufrettik.

Sport centrum'a ulastigimizda dar ve karanlik giris bana Fight Club'i hatirlatmisti. Parola belliydi: " Selamun Aleykum".. Hepimiz cok kuulduk. Kapida etrafi kesen biyikli adama basimla selam verdikten sonra, dar ve karanlik giristen iceri girdim. Icerisi sicakti ve kan kokuyordu. Kapida elinde posetle bekleyen sakalli arap genci gorunce aklima direk Ahmet Beyazit geldi nedense. Icimdeki Fight Club ruhu sakalliyi gorunce kuvvetlenmisti. Sakallinin bakislarinda " bu cocuga bulasmicaksin " ifadesi vardi. Bana her an yumrugunu opturebilirdi fakat bende ona dizimi optururdum o zaman. Sivri dizlerim var benim. zaten cocugu da bulamamistim. Fakat orda en fazla tirstigim sakalli degildi, genis alinli Habeslilerdi tirstiklarim. O genis alinlari ile kafayi gecirdiler mi, insan 6 ay kendisine gelemezdi. Hala dar gecitteydim ve hepimiz kan kokulu gecitte bir yigin hayvan adam gibiydik. Tekbir sesleri ile kesilmeyi bekliyorduk sanki. Ve o an kadinlari gordum. Bir sureligine hayvan adam modundan cikabilirdik artik.

Dar gecitten camiiye girdigimde elbetteki tek korkum yirtik conversleri caldirmamakti. Sakallinin poseti benim icin tek umut gibi duruyordu. Yavasca ilerledim, etrafa bakindim. Veletler cigiliklar atip veletliklerini yapiyorlardi. Yavasca ilerlerken elimdeki poseti caresizce acmaya calisiyordum fakat basaramadim. ayakkabi odasinin basindaki zenci gorevliye poseti acmama yardim etmesini soyledim. Denedi, o da acamadi. Futursuzca ayakkabilarimi bir kenara koydu. Bense derhal ayakkabilarimin yanina gidip, ayakkabinin yirtik kismini cemaati muslimine cevirdim ve odayi terkettim.

Dunyanin her ulkesinden Umea'ya gelen muslumanlarin namaz kildigi spor salonu sahasina girdigimde, gozlerim oturabilecegim rahat bir yer aradi. Alanin 4 de 3 u dolmustu. Her zamanki gibi ilk oturdugum yeri begenmedim ve kalktim etrafta tanidik yuzler ariyordum. Seccadenin uzerine rahat bir yere oturdugumda baska birinin yerini kapmistim. Derhal ayaga kalktim adam oturmamda israr etti. Sikisip oturduk. Arkamda zirlayan cocuga aldirmadim. Etrafa soyle bi goz gezdirdigimde Filistinli Yazan'a rastladi gozlerim. Bi sure bakistik. Habibi moduna girmeden gozlerimi cektim Yazanin uzerinden.  

Ve her zaman nasil kilinacagini unuttugumuz bayram namazi basladi. Onumde bosalan yere derhal gecen Kaddafi'yi takip etmeye karar verdim. Yuzlerce farkli tipte kiliniyordu bayram namazi Kaddafi'ya odaklanmaya devam ettim. Fatiha'dan sonra coskuyla uzun bir amin ceken Araplara katilmadim, amini kisa ve ciddi cektim, ciddi bir adamim ben.

Iki rekatlik bayram namazi bittigi anda vaazi dinlemek istemeyip topuklamak isteyen bazi cemaati muslimin kapidaki nazik gorevliler tarafindan icerde kalmaya ikna edildiler. Isvecce vaaz baslayinca direk etfafta tanidik yuzler aramaya devam ettim ve hala coskulu olan bolumden arap arkadaslarima rastladim. Tunuslu Khaled Tatar bayraminda cocuklar gibi sendi. Yanindaki filistinli Turk isimli Baha Yaghmour ve simdi ismini unuttugum baska bir filistinli vardi. Memleketten uzak 4 uncu bayramim oldugunu soyledim ilgilenmediler. Sirf konuyu am got mevzusuna getirmek icin gecen bayrami balkanlarda gecirdigimi soyledim. Bosnali kizlardan bahsettim. Ilgilenmeye basladilar. Isimini unuttugum Arap Bosnali kizla evlenmek istiyordu. Hizimi alamadim Arnavut ve Cerkez kizlarina gectim fakat ismini unuttugum arabi gucendirmemek icin Bosnali kizlarin en guzel musluman kizlar oldugunu da ekledim. Agzi kulaklarinda olan Khaled fakat no zina dedi. Tepki vermedim. Sonra cok bakinca no zina dedim ve pakistanlilarin yanina gittim. Iki gun evvel Danimarkadan gelen Faiz dokunsam aglicakti. El Kaidelilere benzeyen vaiz, vaaz arapcaya gecince iyice cosmustu. Faiz nasil geldigimi sordu, bisikletle dedim. Bi sure konusmadik. Sonra cok duygusal adamsin lan dedim. yanimdaki diger pakistanli guldu. Adamin ismini sormayi unutmustum ve simdi nerdeyse 8 ay gecmisti, geri donusu yoktu. artik o bir abi, dude, bro, habibi idi gozumde. bunu kimse degistiremezdi. Faiz yine nasil geldigimi sordu, yine bisikletle dedim. Bilincsizdi. Omuzundan tuttum hafif salladim onu. Beyaz entari icinde kivircik sacli zenci bi velet kosarak yanimiza geldi. Faiz direk yakaladi zenci veleti. Birazcik sevdikten sonra birakti, velet kosmaya devam etti. Belki de boyle cocuk yapabilmek icin afrikali ya da arap bi kizla evlenmem lazim dedim. Faiz guldu. Gulusunde cosku vardi. Firsati kacirmadim, evde tatli var mi diye sordum, var dedi. Coskusunu birazcik yitirmisti. Turkleri severim dedi. Bende tatli olmassa bayramin tadini cikaramam dedim. Guldu. Eve nasil donuceksin dedi. Bende bisikletle dedim. Bisikletin yoksa eve atardim seni dedi. Bende bisiklete binip arabanin arkasina tutunurum dedim. Guldu. Coskusu geri gelmisti. Arap vaizde gazi verdikce verdi. Milleti yirmi dakkaya vaazi dinletmek isteyen gorevliler vaazin 40. dkkasi olmasina ragmen kimseyi siklemiyolardi. Gozlerim sakalliyi aradi. O da kimseyi siklemiyordu. Bakistik, yumrugunu optu. Nihayet cocugu gormustum. Habesliydi genis bir anli vardi. Cocugu dovmekten vazgectim. Bagdas kurarak oturdugumdan dizimde nerdeyse Faiz'in kicina girmek uzereydi. Faiz coskusundan hicbir sey kaybetmedi.

Vaaz bittigi zaman artik kucaklasma vaktiydi. Faiz beni cosku ile kucakladi. Aid mubarek, Bayram mubarek, Kurban mubarek dedi. 5. kucaklasmamizdan sonra beni birakti. Bro'ma sarildim. yine ayni sozler. Alt kolidordan tanimadigim zenciye sarildim. sadece aid mubarek dedim cok yuz goz olmadim. yine de guldu zenci. yaglanmisti biraz. Derhal araplarin yanina gectim. Cosku ile Khalede sarildim, bu coskuyu beklemiyordu. Ayni uc sozu tekrar ettim. Khaled guldu. Ismini hatilamayagim Arab'a sarildim sonra Baha'ya gectim ona da sarildim. Sarilma manyagi olmustum.  Baha'ya Mutaz'in nerde oldugunu sordum. Bana cagri birakti fakat ben banyoya girdim dedi. Banyo lafi gecince ona muzir bir gulumseme ile baktim anlamadi. Acikcasi Mutazi siklememisti. Gozlerim Arafati aradi, onu bulmak icin on saflara gitmeliydim. On saflara giderken Filsitinli Yazan ile karsilastim. sarildik ve 3 cumleyi tekrarladik. Guclu olmalisin dedi sen Osmanlisin. ben de guclu olmak icin size ihtiyacim var dedim. Devrimimizden bahsettim, siddetle destekledi fakat devrimin anarsi ve seks and drugs devrimi oldugunu bilmiyordu ordaki kimse bilmiyordu ama beni gonulden desteklediler. Sakalli bile ... Tekrardan yumrugunu optu ve gitti. O yumruk benim icin degildi. Arafati bulamayinca aklim ayakkabilarima gitti. Hizla odaya yoneldim. Ayakkabilar bebek gibi duruyodu kosede. direk etrafa pis bir bakis atip ayakkabilari giydim. Kapiya yoneldim.

Kapida sakalli vardi. Isvecce bi seyler soyledi ama arada Turk lafini yakaladim. Turk oldugumu biliyordu. Yiyicek bi sey lazim mi dedi. Ben acim dedim. guldu. O gulunce yemekten vazgectim ve bisikletime dogru ilerledim. Bisikletin kilidini cozerken, uzerime cekirdek gibi bisey geldi. cekirdege tekme atanin Habesli genis alinli cocuk oldugunu gordum. Sivri dizlerime baktim ama kapida sakalli vardi. Cocuga yaklastim. Cekirdek ver dedim. anlamadi.. elimi agzima goturdum yemek isareti yaptim. elindeki sekeri verdi. sekeri direk agzima attim. Hayvanlik yapmadim tesekkur ettim. Bisiklete atladim ve eve yollandim. yol uzundu. Sport centrum alanindan cikarken kapidaki Biyikli gorevliye Selamun Aleykum dedim. Bayramimi kutladi.

First rule of the Fight Club is YOU DO NOT TALK ABOUT FIGHT CLUB
Second rule of the Fight Club is YOU DO NOT TALK ABOUT FIGHT CLUB
Third rule of the Fight Club is if it is your first night of the fight club YOU HAVE TO PRAY IN BAYRAM MORNING!!!! 

Philadelphia Deneyi




7 ocak 1943, New york

New York da sert bir ocak gecesiydi. Soğuk rüzgar dev binaların camlarını vuruyor , sokak lambasının soluk ışığı ile aydınlanan sokaklardaki gazete çöplerini ordan oraya savuruyordu. Sokaklara beyaz yapışkan bir sis hakimdi. Benim gibi pis ve gizli işler yapan birisi için sis her zaman için iyi bir avantajdır. Beladan kolay sıyrılabilmek için mükemmel bir araçtir. Bu sisin icinde hayaletler kadar sessizce ilerlerken, bir an için görevimizi düşündüm, bu günün gelmesini hiç istemiyordum aslında. Heyecanlandım. Onu uzun bir aradan sonra ilk kez görecektim. İnsan dehasının ulaşabileceği en üst nokta… Gecenin karanlık gölgelerinden geçerek hızla ilerledik, etrafta hiçbir insanoğlu yoktu. Fırtına öncesi sessizlik gibi.  38. cadde de bir apartmana girdik. Aslında bir apartman değil bir hoteldi burası. Hotel Newyorker… lobide uyuklayan görevlinin önünden ona farkettirmeden sessizce süzüldük. Etrafta şüphe yaratacak hiç bir şey yoktu.  Biraz ilerledikten sonra asansörü kullanmayı tercih etmeyip,  merdivenlere yöneldik. Bu gibi operasyonlarda asansörlerin kullanılmaması gerektiğini bizzat tecrübe etmiştim. Yabancı servisler de bu işin içinde olabilirdi. İkimiz de siyah pardesü ve şapkalarımızla apartmanın karanlık merdivenlerinde görünmez olduk. Birkaç kat çıktıktan sonra geldiğimizi anladım içimde kıpırdanan o hafif heyecana hakim olmaya çalıştım. Yardımcıma el işareti ile geldiğimizi bildirdim. Dairenin kapısını büyük bir ustalıkla açtı. Sessizce içeri sokulduk. Heyecanım dinmemişti.

             1936, Philadelphia  
            Philadelphia limanının o dev ıslak iskelesinde; soğuk ve yağmura aldırmayıp dimdik bekleyen, Prens Albert stili takımı, beyeendi eldivenleri ve siyah melon şapkası ile o asil görünüşlü adam gemideki çalışmaların sona ermesini bekliyordu.
WWII donanma destroyeri olan U.S.S. Eldridge’den çıkan gözlüklü asistan “sayın Tesla  geniş ölçekli  bobinler, geminin her iki başı, yanları ve güvertesi üzerine yerleştirilmesi tamamlandı. “ dedi. Üç boyutlu bir var oluşun bobin (coil) düzeni her biri diğeriyle dik açı yaparak form bulmaktaydı. İlave olarak dördüncü bir bobin de rastgele bir arka planda yer alıyordu. 3 senelik laboratuar çalışmaları sonucunu görmek için gemideki kişilerin inmesini bekliyordu Tesla. Teknisyenlerin dışarı çıkmasını beklerken, Tesla’nın Roosevelt ile görüşmesini düşünüyordum. Roosevelt’in Tesla’ya övgüleri kuşkusuz hayatı baş aşağı giden bu dâhinin gururunu okşamıştı. Oldukça uzun süren bu sohbetin sonunda Amerikan başkanı Tesla’dan bahsettiği projenin başına geçmesini istedi. Kuskusuz bu projede ondan imkansızı başarması bekleniyordu. Ve Roosevelt, bu imkânsızı dünyada gerçekleştirebilecek tek insandan istemişti . Aradan geçen 3 yıl süresince Tesla’nın proje üstünde çalışmalarını gözledik. Projeye nasıl liderlik ettiğine ve dehasına şahitlik ettim. Beni projedeki radar teknisyeni olarak tanıyordu. Aramızda sıcak bir ilişki vardı. Tesla dünyadaki en naif, en kibar, en kültürlü insanlardan biri idi. Gemiden inen son adamdan sonra şimdi düşman radarlarına karşı görünmezlik amacıyla oluşturulan Gökkuşağı projesi( Rainbow Project)’nin son aşamasının da gerçekleştirilme zamanı gelmişti. Yağmur hızlanmış iskeleye delicesine çarpan dalgaların sesinden birbirimi duyamaz olmuştuk. Tesla nihayet şalterin indirilmesi emrini verdi. Nefeslerimizi tuttuk. Dalga sesleri ve rüzgarın uğultusundan başka hiçbir şey o ana hakim değildi. Sarterler indi. Ve ondan sonraki 15 dakika hayatımın en inanılmaz 15 dakikasıydı. Sanki Olympos tanrıları yeniden dünyaya inmiş bu korkunç gösteriyi gerçekleştiriyorlardı. Geminin etrafındaki manyetik alan yeşil bir sise dönüşmüştü ve inanılmaz bir şekilde destroyer gözümüzün önünden kaybolmaya başladı. Etraftaki herkes korku ile karışık bir şaşkınlık içindeydi. Tesla, o dahi adam ise büyülenmiş gibiydi. Artık sadece dış çizgileri görünen o geminin önünde, o bulunduğu ıslak iskelede nefes almayan haşmetli bir heykel gibi duruyordu. Bir süre sonra U.S.S. Eldridge tamamen gözümüzün önünden kayboldu. Artık gemiye ait hiç bir şey görünmüyordu. Ben ise o an Tesla’nın karanlıkta parlayan gözlerini görebiliyordum ancak. Olabildiğince gergin ve korku dolu bir süre geçtikten sonra, Tesla şalterlerin kaldırılmasını emretti. Ve o yeşil sisle birlikte gemi tekrar görünür olmaya başladı. Gemi tamamen geri döndüğünde Tesla arkasını döndü, gülümseyerek bana bir şeyler fısıldadı ve limanı tek başına mağrur bir general gibi terk etti. 
Hükümetin amacı bu deneyi tekrar fakat bu sefer insanlı bir şekilde gerçekleştirilmesiydi. Yaşlı dahi bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Tehlikelerin farkındaydı. 3 yılını verdiği projeden istifa etti. Kendi köşesine çekildi. O günden beri onu bir kere olsun görmemiştim.   Ve şimdi bu köhne otel odasında tüm zamanların en büyük dâhilerinden Nikola Tesla’nın yatağında uzanmış ölü bedenine bakıyordum. Yüzünde sakinleşmiş bir ifade vardı. Yardımcım Tesla’nın notlarını bulmuştu. Dosyalara bir göz attım. Burada Tesla’nın gerçekleştirdiği tüm deneylerin notları, dâhinin düşünceleri ve amaçları yazılı idi. Dünyanın tüm bunları öğrenememesi çok yazık dedim içimden. Ve de hiçbir zaman öğrenemeyecekler… O sırada kafeslerde kıpırdanan güvercinleri fark ettim. Artık onlara kimse bakmayacaktı. Babalarını kaybetmişlerdi… Kapının üstüne rahatsız etmeyin yazısını yeniden asarak odadan çıktık. Ölümün bir süre öğrenilmesini istemiyorduk.
2. Dünya Savaşı’nın en karanlık dönemlerini yaşıyorduk. Almanlar her cephede ilerlemesini sürdürüyordu. Donanma, özellikle Almanlara karşı bir an önce ezici üstünlük sağlamak kaygısını taşıyordu. Bu üstünlüğü sağlamanın ise görünmezlikten geçtiği düşünülüyordu. Arzu edilen gemilerin "radarlara" görünmemesini sağlamaktı. Böylece Tesla’nın ayrılmasından sonra sekteye uğrayan projenin yeniden hayata geçirilmesi kararı alındı. Projeye Dr. John von Neumann liderlik etmeye devam etti. Hükümet için çalışan bilim adamları arasında dünyanın en büyük dâhilerinden biri olan ve Nazi Almanya’sından kaçıp ABD'ye sığınan Albert Einstein da vardı. Einstein’nın birleşik alan teoremi deneyle alakalı bir sürü sorunu çözmüştü.  Tesla’nın notlarını da ele geçirmemizden sonra proje hızlanmaya başladı. Kısa bir sürede proje deney aşamasına geldi.
             22 Haziran 1943, Philadelphia Limanı
             Deney 22 Haziran 1943'te sabah saat 09.00' da jeneratörlere güç verilerek  başlatıldı. Manyetik alan oluşuyordu; sonra yine yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başladı ve USS Eldridge kayboluyordu. Deneye ticari bir gemi olan Andrew Furuseth'in mürettebatı da tanıklık ediyordu.  Bir an sadece geminin çıpasını görebildim, sonra o da kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, ben ve Dr. von Neumann dışında bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyacan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı. Gemi ve mürettebatı hem radarda hemde gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dk. Sonra Dr. von Neumann jeneratörlerin şalterinin kapatılması emrini verdi. Kuşkusuz Dr. von Neumann, Tesla’nın deneyin tehlikeleri hakkındaki uyarılarını dikkate alıyordu. Deneyi beklenilenden kısa tutmuştu. Önce hiç bir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu? Sis azalırken, birşeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Gemiye gönderilen telsiz mesajlarına yanıt gelmiyordu. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı, sanki hiç birinin bilinci yerinde değildi. Ben ve ekibim gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdık ve yerlerine hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldık.
            28 Ekim 1943, Philadephia Limanı
Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi. Gemi istenilen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı. O lanet günü yaşamamak için tüm hayatımı verebilirdim. Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra Destroyer hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra gözleri kör edecek mavi bir ışık parladı ve o çizgide yok oldu. Mavi ışık aklımızı karıştırmıştı. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu. Hemen şalterler kapatıldı. Yine gemiye yanaştık. Etrafa pus hâkimdi. Gemide denizcilerin çığlıklarından başka hiçbir şey duyulmuyordu. Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı. Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmediler. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş tane denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Onlarla karşılaştığım zamanı unutamıyorum. Bu çok feci bir durumdu. O an Tesla’nın uyarıları gözümün önüne geldi. Adamların kollarını keserek gemiden kurtarmıştık. Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama bu durum hakkında yapacak hiçbir şey yoktu. Bu olaydan sonra denizcilerin nasıl laboratuar fareleri haline geldiklerini dehşetle takip ediyordum. Adamların üstünde her türlü deneysel testler yapılıyordu. Başlarda normal olan mürettebatta sıra dışı şeyler gerçekleşiyordu. Bazılarının garip psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı. Duvarların içinden geçebiliyorlardı. Birçoğu bu duvarlar arasına sıkışarak can verdi. Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu. "Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donmuştu ve altı ay sonra kurtarılabildi. Tüm bu olaylar bir hayal dünyasında vuku bulmamışlardı. İçinden defalarca kurtulmaya çalıştığım korkunç realite içinde gerçekleşmişlerdi.  
Fakat beni dehşete sürükleyen asıl olay bu değildi. Deneyden bir saat sonra Norfolk limanından gelen telgraf mesaj hepimizi dehşete düşürmüştü. Norfolk limanı açıklarından birkaç dakika görülen ve sonra bilinmeyen bir nedenle ortadan kaybolan bir gemi rapor edilmişti. Geminin WWII donanma destroyeri olan U.S.S. Eldridge olduğuna emindiler. O an Tesla’nın liderlik ettiği ilk deneyden gerçekleştikten sonra Tesla’nın gülümseyerek bana fısıldadığı cümleler aklıma geldi.
“Bu cihazlar hiçbir zaman beklediğiniz gibi çalışmazlar Bay McClouch. Bilimin en güzel yanlarından biri de budur. Çünkü mutlak bilim Bay McClouch, ...gerçekte mutlak değildir”

Elektronik kamuflajı gerçekleştirmeye çalışan bilim adamları koca bir gemiyi, mürettebatı ile birlikte ışınlamış ve sonra da geri getirmişlerdi. Birkaç yıl bu deneylerin sonuçları üstünde araştırmalar devam etti fakat hiçbir şey elde edilemedi. Ve ondan sonra büyük temizlik… Hükümet bu deneyin duyulmasını istemiyordu. O yüzden  deneyle ilişkileri olan insanların dünya ile de  ilişkileri kesilmesi emredildi. Bu satırları yazarken öldürdüğüm onlarca insan gözümün önüne geliyor. Gece sıcak yatağında boğulan , ıssız yerlerde katledilen zehirlenen, yakılan insanlar… Bu yazdıklarımın birinin eline geçip geçmemesi umrumda bile değil. Tek istediğim dimağımdaki zehrin bu beyaz sayfalara akması idi.

Ve yazdıklarını sarı bir zarfın içine koyduktan sonra pardesüsünün cebinden silahını çıkarttı. Ve kendi şakağına dayadı. Tetiğin üstünde gezinen ufak bir parmak hamlesi ile sonunda bir patlama sesi… McClouch un şakağından akan kan onun ruhunu arındırıyordu sanki…Artık mutlak karanlığın içinde huzurlu ve rahattı. Evet artık rahattı…
                                                                          
                                                                                                   2007, Istanbul






Cedar Point'e Dair



     
Yine her zamanki gibi bir iş günü idi. Evebeynlerin çocukları ile birlikte Jr. Gemini den çıkıp kendi aletine gelişlerini bezginlikle izledi o genç. Önceki turdaki çocukların sonuncusu olan saçları örgülü ufak zenci kız , parmaklıkları tutarak çığlık atmayı bırakıp , çıkış kapısından çıktığında, sıradaki onlarca veletten biri şişman, öbürü zayıf iki zenci çocuk fark etti. İşte o an adamın üzerindeki tüm bezginlik gidiverdi. Çünkü bütün rotasyon boyunca bu anı beklemiş ve sonunda fantezisini gerçekleştirme zamanı gelmişti. Giriş kapısını açtığında kapının parmaklıklarına tırmanıp bekleyen küçük maviş sarı saçlı çocuklara “ back up ! I m gonna open the gate” demeyi ihmal etmedi. Fakat yine her zamanki gibi içlerinden biri ne dediğini anlamamıştı. Böylece kafası kapıya çarpan o çocuklardan biri, feryadı basmıştı. Feryadı basmasıyla susup gülümsemesi bir olan küçük oğlan çocuğu paytak adımları ile oturacağı yere ilerlerken kucağında küçük bir kız çocuğu ile kapıya gelen adam herkesin sorduğu o soruyu yine soruyordu.
-          is my daughter tall enough ?
-          eee.. can she walk independently ?
-          ha !
genç adımlarını gösterip tekrar söylediğinde
-          yeap
-          she can ride
-          she cant!!!
-          No ulan she is okey…  sikicem bu İngilizce’yi de amına koyyim ya

Nihayet adamla anlaşıp arkasını döndüğünde iki zenci çocuğun tam da isteği olan spaceshipe binmeye çalıştıklarını heyecanla izledi. Önünden koşarak geçip giden ufak velede aldırış etmeyip spaceshipe'in arka koltuğuna binmek isteyen büyük zenciyi engelleyip diğer zayıfla birlikte daha dar olan ön koltuğa oturttuğunda geriye sadece onları tek bir kemere bağlamak kalmıştı. Ondan sonra ride’ı çalıştırmaya başlayabilir ve onların bu halini seyredip biraz olsun eğlenebilirdi.
Emniyet kemerini bağlamayıp yalamayı tercih eden ufak sarışın kız çocuğunun kemerini bağladıktan sonra o iki zenciye döndü. Ufak olan kendi kemerini bağlamış büyük olansa yerinden kurtulmaya çalışıyordu. Büyük bir soğukkanlılıkla küçüğün emniyet kemerini çözüp ikisini tek bir kemere bağlamaya koyulduğunda büyük zencinin bacağını yukarı kaldırdığını fark etti. Rahatsızlığı her halinden belli olan çocuğun dizini indirmeye çalışırken o sesi duydu. Zenci bacağını indirmemekte direnirken zenci ye “ make dawn your knees ı will fasten your seatbelt “ demesine rağmen o sesi duymaya devam ediyordu. Biri kendisine sesleniyordu.” DİNÇEEEERRR DİNÇEEERRR”. Sonunda çocuğun dizini tutup zorla indirmeye başlayınca çocuğun " DİNÇÇERRR DİNÇERRR" diye bağırdığını dehşetle izledi o genç. O an olan oldu ve tiz bir sesin ardından ortalık kararmaya başladı. Karşısında beliren görüntüye bilinçsizce bir iki saniye baktıktan sonra o sesin kimden geldiğini gördü. Adam (Ahmet) yattığı yataktan bağırmaya devam ediyordu. “ DİNÇÇEEERR!!!   saçmalama Dinçer !!! git yat uyu….dön arkanı ve git yat uyu!!!”… adamın dizini kavramış ve etrafında olan biteni anlamaya çalışan genç, ranzanın üst katında kendisini seyretmekte olan adamın (Yasin) ne dediğini duydu:“ hımmm anladım”.  Adam ranzanın üst katından bi süre kendisini seyrettikten sonra tatlı uykusuna geri dönmeyi tercih edince oda yine çoluk çocukla dolmaya başlamıştı genç adam için. Kısır bir döngünün içindeydi artık. Tüm gece yine çocukların kemerlerini bağlamaya ve kontrol etmeye devam etti. Taki tek bir sesten sonra bu eziyet sona erecekti… Karanlığın içinden gelen tiz bir çığlık…..(Mami)
AMAN ALLAHIM SAAT YEDİ KIRKYEDİİİİİİİ !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!1
                                                                                                    
                                                                             2008, Istanbul

Sekiz'den meseller





Sekizden meseller…

O büyük gün geldiğinde, banyodaki aynadan kendi aksine bakıyordu genç adam. Artık üstünü pas kaplamış musluğu çevirdiğinde ufak banyo penceresinden gelen ılık esinti ruhundaki ateşi söndürmeye yetmiyordu. Ellerini akan soğuk suyun içine sokarken o lanet düşünce yine aklına geldi. Hayatı boyunca aklını kurcalayan soruydu bu aslında. “ sınırlar “… Evet, sınırlarımız neydi? Bir insanoğlu ne kadar hızlı koşabilir, neden nefesini en fazla 3 dakika tutabilir, neden suyu şaraba çeviremez, neden ölüleri diriltemez, neden su üstünde yürüyemez, bir madde parçacığının bile ışık hızını geçmesinin imkânsız olduğunu duymuştu bir yerlerden… Kim koyuyordu bu kuralları önümüze. Gözümüzü kapattığımızda sonsuzluklar dünyasındayken nasıl oluyor da onları açmamız bunu değiştiriyordu. Açılan gözlerinin önündeki imkânsızlıklar dünyası onu çıldırtıyordu. O an sağ el başparmağı titremeye başladı.  Yine bir nöbete girmesini engellemek için aklındaki bu düşünceyi dağıtması gerekiyordu. Eline sabunu aldı. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Bir erkeğin aklını karıştıracak birincil nesneyi düşündü.  Ve aynada kendi aksine bakarken, her zamanki ürkek bakışlarında oynaşan şehvet kıvılcımlarını fark etti, … Hayatının kadınını hayal etti zihninde. Ahlaksızca şeyler gördü orda ve vakit geçtikçe utancından kurtuldu. Birkaç dakika sonra bakışlarında ürkekliğin zerresi bile yoktu. Kendini özgür hissediyordu artık. Ta ki 1…

Karşısına çıkan ilk sınır onu gerçekliğin dünyasına indirmişti. ‘Gerçekliğin dünyası’, ne demekti bu Allah aşkına?  Bilim, nedensellik ve fizik yasaları hâkimiyetindeki bir dünya… Fizik yasalarının diktatoryası altında ezilen bu sefil evrenin sıkıcılığı onu yine karamsar duygular vadisinin içine attı. Sıkıcılık ve tekdüzelik o kadar yaygındı ki bir an nefes alamadığının farkına vardı genç. Sınırlarla dolu karanlığın ve korkunun hüküm sürdüğü bu vadinin ufkunda ışığı gördü o an. Işık belki aklında yarattığı bir şeydi fakat o bile onu büyülemeye yetmişti. Gözleri kapalıydı. Ufuktaki uçurumu görüyordu. Hiç düşünmeden atladı. Zahiri özgürlüğünü doyasıya yaşadı. Ta ki 2…

İkinci sınırı, düşüşünün yarattığı muazzam acı ile fark etti. Yaşadığı tüm acıya rağmen isyanın hazzını tadan gönlü heyecandan dolup taşıyordu. Fizik yasaları ülkesinin 4 hükümdarından biri olan yerçekimine isyan etmişti. Acılarını yok etmek için gözlerini kapattı. Hem çok uzaklara gitti hem de hiç bir yere gitmedi. Cezası gereği önündeki dev kayayı ulaşılmaz dağın en üst kısmına yuvarlamakta olan Sisifos’un içinde gördü kendini . Onun meydan okuyuşu kendi seçimiydi. Tepede olacakları kuşkusuz biliyordu Sisifos. Tepeye yaklaştıkça hazzı da doruk noktaya ulaşmaya başlamıştı. Ta ki 3…

Elinden kaçırdığı kayanın tepenin yamacına yuvarlanışını Sisifos’un dinginliği ile karşılayamadı genç. Taşın arkasından yeniden yola koyulan Sisifos’u bu sonsuz döngüsü ve bilgeliği ile baş başa bıraktı.  Dev kayanın aşağı yuvarlanışı onun tekrar  içinde bulunduğu imkansızlıklar evreninin farkına varmasını sağlamıştı. Kendini bu evrenin sınırları içinde sıkışmış, mutlu olduğunu sanan, oysa kölelikleri karanlık suratlarına vurmuş sefil ruhlarla birlikte, zehirli sarmaşıklarla dolu boğucu bir ormanda buldu. Bir zamanlar, isyanın ne demek olduğunu hiç bir zaman bilememiş bu ruhlardan bir ruh olduğunu anımsadı. Artık uyanmış ve gözlerini kapatmayı öğrenmişti. Zehirli sarmaşıkların ısırıklarını ve omuzlarından çekiştiren korkunç ruhların dokunuşlarını hissetmemeye başladı. Önünde bir kasenin içinde duru bir su belirdi. Onun değişmesini diledi. İnanılmaz bir şey oldu ve suyun rengi değişmeye başladı, o an etrafı eşsiz bir şarap kokusu kapladı.  Sonunda kendini yeniden özgür hissetmeye başliyordu.  Kutsal kaseyi iki eliyle kavradı. Eşsiz melodilerin eşliğinde dudaklarını kaseye sanki hayallerindeki kadının dudaklarına ulaşmaya çalışır gibi değdirdi . Kasenin içindeki şarabın tadını alacaktı nihayet. Hazzının doruklarına yol aldı . Ta ki 4...

Tek hissettiği suyun sade tadıydı. Avuçlarının içindeki kasenin kaybolduğunu farketti. Elleri sadece derisini haşlayan kaynar suyu hissedebiliyordu. Bilekleri kelepçeli bir mahkum gibi elleri önünde diz çökmüş acısından avazı çıktığı kadar bağırdı. Umutsuz  haykırışları ormandaki mutlu ruhların tiz çığlıkları arasına karışıyordu. O sırada korkunç ormanın sisleri içinden nefesi kölelik olan vücudu alevden bir ifrit belirdi. Dev pençeleri arasında mutluluk kelepçesini taşıyordu. Yeri ve göğü inletecek bir sesle dile geldi.
            Ey seni şaşkın ruh ! asla aşamayacağın sınırlarını zorluyorsun. Onları aşmaya çalışmak ancak acılarını arttıracak. Bu sınırların dışında hiç birşey yok. Sadece boş bir hiçlik. Sana sınırlarını unutturabilirim. İşte o zaman şu ruhlar gibi mutlu olabilirsin. Kuşkusuz cehalet mutluluktur.   
Yaşadığı muazzam acının içinde bedeni titriyordu genç adamın. Ve güçlükle konuştu.
            Sahte mutluluğun sende kalsın seni şeytan soyu! Mutluluk kelepçen bileklerimden geçtiği anda beni köleden başka hiçbirşey yapmayacak. Eğer her şey dediğin bu sefil hayatsa sınırlarımın ardındaki hiçlik tepesi yeğimdir. Beni hiçlik tepesine, sınırların ardındaki gerçeğe ulaştıracak acılarımın gösterdikleri olacaktır.
Önündeki bu alevden dev korkunç ifrite gözlerini kapadı. Mutluluk kelepçesini reddettikten sonra sınırlarına daha fazla yaklaştığını hissetti. Acının yerine haz geldi
ta ki 5...

Acının geri gelmesi uzun sürmedi. Uçsuz bucaksız umudun olmadığı ıssız bir çölde buldu kendini. Çıplak ayaklarını haşlayan kızgın kuma rağmen bu sınırsız yaşamsızlığın içinde samyelinin ruhunu arındırışını hissetti. Sağırdı ama kıyıya vuran dalgaların dinlendirici sesini duyabiliyordu artık. Koklayamıyordu ama eşsiz tazeliğiyle denizin kokusunu alabiliyordu. Gözleri kapalıydı, sonsuz okyanusun büyüleyen maviliğine hayran kaldı. Kızgın kumlarda haşlanan ayakları buz gibi suyun şefkatli dokunuşları ile kendinden geçmişlerdi. Islak bilgelikten olma devasa eller onu huşu ile yukarı kaldırdılar. Çok uzak diyarlardan kaderin bir oyunuyla buraya gelen yolunu kaybetmiş rüzgâr ilahi bir melodiyi taşıyordu. Bir adım daha attı inanamadı. Suyun üstünde yürümeye başlamıştı. Hazzın en saf halini tattı. İlk defa bu anın sonsuza kadar sürmesini diledi. Ta ki 6…

Kızgın kumların ateşten ısırıklarını yeniden hissetmesini Sisifos’un dinginliği ile kabullendi. Sıcak boğucu kuru bir çölde dayanılmaz acıları ile baş başa idi. Lanetlenmiş ölüm kusan cinlerin fısıltılarını dinledi bir süre. Çok geçmedi ki hırçın rüzgârlarla birlikte uçuşan kumların arasından tahtadan devasa bir kapı belirdi. Kapı, kulakları sağır edecek bir gürültü ile sonuna kadar açıldı. Bu devasa gizemli kapının içinden en derin korkularıyla birlikte geçerken, keskin cıva kokuları karşıladı onu. Karanlık gölgelerle dolu kasvetli bir mağaraydı burası. Mağaranın en ucunda kaynayan bir kazanın başında kara cübbeli bir ihtiyar sanki bu isyankâr ruh hiç mekânına uğramamış gibi ilgisiz önündeki dev, kara ilimle dolu, tozlu kitabı okuyordu.  Bir süre önündeki kitabın yıpranmış sarı sayfalarını çevirdi. VITRIOL diye haykırdı birden haşmetli nefesiyle. Ve ayağa kalıp asil kollarını iki yana açtı.  Bu kasvetli korkunç mağara karanlığın içinden gelen uğursuz fısıltılarla birlikte şiddetle sarsılmaya başladı.  
“Visita Interiorae Terrae Rectificando Invenies Occultum Lapidem” cümlesi yankılandı çökmekte olan mağarada. Kara cüppeli ihtiyar, isyankar genci dehşetin en derin girdaplarına çeken bu olanlardan hiç etkilenmemiş gibi mağrur bir şekilde karşısında dikiliyordu. Genç korkusunu denetleyemiyordu. Ancak fısıltı ile sorabildi.
“ Ne demek bu ihtiyar... mağaradan, taşlardan gelen ses bilmiyorum... anlamıyorum...”
“ Dünyanın derinliklerini ziyaret et, damıtılırken gizemli taşi bulacaksın, der bu ses, felsefe taşını, bilgeliği ve el iksiri arayanlara. Arzın altına inmeleri gerekir bu insanların arınıp saflaşmaları için. Kimse anlamaz neden cehennemin gerekli olduğunu cennet ulaşmak için ey ahmaklar!!! Aslında bu korkunç mağarayı arayıp dururlar... evet burasıdır gizemli taşın bulunduğu yer. Yanlış yerlere bakınıp dururlar hep bu kaos içindeki ruhlar. Aslında aradıkları yanı başlarındadır . Bu kaynayan sefil kazanın içindedir o: El iksir, onlara sonsuz bilgeliği ve imkansız ölümsüzlüğü bahşedecek olandır.
Gel buraya ey isyankar ruh korkma sakın!, bu mağarayı bulmayı başarmış ulu insan, yaklaş ve ölümsüzlüğün tadına bak...”   
Genç artık kararlıydı, ruhunu kemiren korku çok gerilerde kalmıştı. Sadece acı vardı orda belki de asla dindiremeyeceği, onu gerçek kılan acı. Başında ihtiyarın iki kolunu yana açmış beklediği  kazana doğru ilerledi. Üstünde V harfini seçtiği kazanın içinde, kaynayan mavi bir sıvı vardı. Bu sıvı ona bir şeyi hatırlatmıştı. Hafifce gülümsedi ve sonra kaynayan ulu kazandan gözlerini, kazanın başında dikilen bilge ihtiyara  çevirdi. Kara cüppenin altında, gölgeler içindeki uzaktan göremediği o yüze baktı.  Cübbenin altındaki o sonsuz gölgede kendi yüzünü gördü. Kalbinin derinliklerinde, cehennem kadar sıcak olan bu mağarada Vitriol’un manasına vardı.  Damıtılmakta olan ölümsüzlük ve bilgelik iksirinden bir yudum içti. Yaşam aynasında evreni, kendini ve O’nu gördü. Acı ve haz aynı hissettiriyordu artık.
Ta ki 7…

Kendini Sekiz katlı bir yolun başında buldu. Her yere kaçınılmaz ölümün dinginliği hâkimdi artık. Bu huzurlu yerin Buda’nın Dört Asil Hakikat Öğretisi’nde bahsettiği, acıları sona erdiren sekiz katlı asil yol olduğunu bilmiyordu. İlk katta banyodaki aklı karışmış o adamı gördü. İlk defa hayatı sorgulamış, etrafındaki kafesin farkına varmıştı. Ve altın kafesin parmaklıklarına değil, arkasındaki dünyanın ışıltısına bakmayı başarmıştı genç adam. İkinci katta nedense yine o adamı gördü. Gözleri kapalıydı ve gülümsüyordu ona bakıp. Bu sefer ona yaklaşmaya niyetlendi. Fakat genç adam yüzünde o hüzünlü gülümsemesiyle umarsızca kendini ikinci kattan uçuruma bıraktı. Adamın gözlerinin önünde göğe yükselişini büyülenmiş gibi izledi genç. Üçüncü katta o adamı gördüğüne şaşırmadı bu sefer. Yanındaki asi bilge ile saçmalamalarını dinledi bi süre. Dördüncü  katta şarabının tadını çıkartan genç adam O’ndan başkası değildi.  Beşinci katta dünyadaki en mutlu insanı gördü.  Altıncı katta bir mucizeye tanık oldu. Göz kamaştırıcı ışıltılarla dolu bir havuzun üstünde yürümekte olan bir adamın olduğu iyiliğin ve sevginin hüküm sürdüğü bu kattan yedinci kata doğru çıkınca, avuçlarında mavi bir sıvının kaynamakta olduğu bir kase belirdi. Bu sıvıyı karşısındaki adama ikram etmek için ilerledi.  Genç adamın yüzünü görebiliyordu artık. O’nun aslında kendisi olduğunu anladığında şaşırmadı. O adamı sevdi ve onunla bir oldu. Ve sekizinci kata çıktı. Acı tamamen yok olmuştu.
Ta ki 8…

Önünde gözleri kör edecek muazzam bir ışık parladı. Fakat bu sefer gözlerini kapamadı genç. Kutsayan ışığın yakıcılığı gözlerini günahlarından arındırıyordu sanki. Artık önünde evrenin aslını oluşturan sayılardan başka bir şey görmüyordu. Sınırlarının dışındaki gerçeğe ulaşmıştı nihayet. 8 sayısının büyük bir alçak gönüllükle yana yatışını izledi. O an şu sefil evrende çok az kişioğluna nasip olan gerçeği anladı ve hüngür hüngür sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Ve gerçeğin özgür bıraktığı gözyaşları yağmur olup banyonun taşları üstündeki gün ışığı ile lanetlenmiş hiç doğmayacak çocuklarının üzerine yağdılar.

Rekorumdu beni gerçeğin saflığına ulaştıran, 8’di o, yolumu aydınlatan sonsuz ışığım olan…

                                                                                              Oktavius

( hasan beyazörtü’nün Sekiz adlı denemelerinden
Cild: 8
Sayfa: 888)










Ben ve Sürüm




Büyük bir kararsızlıkla evden çıktı. Etrafta kimseciklerin olmaması içindeki futursuzca buyuyen huzursuzluğunu iyice arttırmıştı. Boş yolda sokak lambalarının soluk sarı işiği altında ümitsizce ilerliyordu. Cevresinde içini rahatlatacak bir kaç insan silüeti aradı. Fakat bir kaç sokak kedisinden başka kimsecikler yoktu. Evden çıkarkenki gayesini hatırlattı kendine. Artık korkusu ile yüzleşecekti. Artık kendisi ile yüzleşecekti. Bir an için etrafın bu kadar ıssız olmasına sevindi. Ama bu sevinci kısa bir süre sonra metrodaki o insan kalabaligini görünce büyük bir iç muhakemesine dönüşmüştü. Adımları kararsızlaştı. Insanların büyük bir kısmının Yenibosna yönüne doğru gidişini panikle izledi. Soğukkanlılığını kaybetmişti. Yenibosna tarafına doğru çılgınca koşmaya başladı. İnsan kalabalığına , ait olduğu yere doğru ... O anda Aksaray yazısını gördü. Aksaray yazısı ona bir birey olduğunu hatırlattı. Bir bireydi o, kendi istekleri; kendi amacı , kendi kararları olmalı idi. Bu düşüncelerle Aksaray yönüne doğru yürüdü. Adımları artık kararlı idi. Taki metronun karşı tarafındaki insan kalabalığını tekrar görünceye kadar. Yapamayacaktı. Hizla yaklaşan ustunde havalimani yazan treni gördü. İradesini tamamen kaybetmişti. Rayların üstünden karşıya geçebileceğini düşündü. Hala vakti vardı. Raylara doğru adımını attı ki , biri kolundan tuttu. İşte o zaman arkasından birtakım sesler duymaya başladı. İnsan adımları ve bir bebeğin tiz bir sesle ağlamasını işitti. Gerisine baktiginda karşısında bir sürü insan gördü. Birden her taraf bembeyaz kesildi. Bilincini kaybetmişti. Üstünde Aksaray yazan bir metro ile yol aldı. Ve bu uhrevi parlak beyazlık kalktığında kendisini üniversitesindeki bir anfinin sırasında buldu. O anda önünde nurlu bir şekil peyda oldu. Bu tüyleri kısacık kesilmiş normal bir koyundan farklı olmayan normal bir koyunun silüeti idi. Iste adam o zaman herseyi anladi. Bir daha hicbir zaman guvende oldugu sürüsünden ayrilmadi. Ve hayati boyunca mutlu yasadi
                                                                                                
                                                                                                      2006, Istanbul


25 Ocak 2012 Çarşamba

Anahtar Deligi




Italya'daki ilk gunlerimde Gaslini Hastenesindeki hocam Vito Pistoia bana Cenova'nin tatil mekani ve en krema kesiminin yasadigi  Nervi'de bir kilise yurdunu onermisti. Gecenin birinde hastaneden arkadaslarimla ictikten sonra sagolsun Fabio beni o ufacik arabasi ile Collegio Emiliani'nin buyuk dis kapisinin onune birakti. Sirilsiklam sarhostum. Kilisenin kapisina isedikten sonra, cebimden cikardigim eski moda anahtarla demir dis kapiyi acmaya koyuldum. Kilisenin kapisi adeta o iman yuvasini kafire karsi savunurcasina acilmiyordu. Kararimi vermistim disarida uyuyacaktim. La Passagata'da kendime uygun bi kose aradim. Hava haziranin sonu olmasina ragmen soguktu. Siktir et diyip onca yolu tekrar yurudukten sonra kapiyi acmaya tekrar koyuldum. (Fakat Cenova'ya ikinci gelisimde o begenmedigim yerde uyumaya calismistim. harbi soguktu. kafami s.kiyim). Bu sefer o iman kapisi sanki yeterince cezami cekmisim gibi sonuna kadar acildi. Peki neden simdi bu basimdan gecen sacma sapan hikayeyi anlattim. Cunku daha once de cevremdekilerin israri ile bi blog acmaya karar vermistim, ama basaramamistim (oysaki cocuk oyuncagi amk). Bu sayfayi acar acmaz aklima o 2009'un Haziran sonu geldi. Bu blog'u o bana ilk sefer de acilmayan buyuk demir kapi ile ozdeslestirdim.. Bu blog'u neden actigimi hala bilmiyorum. belki yakin zamanda ona dair bir kayit daha hazirlarim. Evet sevgili olmayan blog okuru, bu yazi senle ilk bulusmamiz, orda olmamana ragmen seni anlayabiliyor ve duygularini hissedebiliyorum.

Anahtar deliginden anahtarimi soktum ve bu sefer blog'un kapilari bana sonuna kadar acildi.