Sekizden meseller…
O büyük gün geldiğinde, banyodaki aynadan kendi aksine
bakıyordu genç adam. Artık üstünü pas kaplamış musluğu çevirdiğinde ufak banyo
penceresinden gelen ılık esinti ruhundaki ateşi söndürmeye yetmiyordu. Ellerini
akan soğuk suyun içine sokarken o lanet düşünce yine aklına geldi. Hayatı
boyunca aklını kurcalayan soruydu bu aslında. “ sınırlar “… Evet, sınırlarımız
neydi? Bir insanoğlu ne kadar hızlı koşabilir, neden nefesini en fazla 3 dakika
tutabilir, neden suyu şaraba çeviremez, neden ölüleri diriltemez, neden su
üstünde yürüyemez, bir madde parçacığının bile ışık hızını geçmesinin imkânsız
olduğunu duymuştu bir yerlerden… Kim koyuyordu bu kuralları önümüze. Gözümüzü
kapattığımızda sonsuzluklar dünyasındayken nasıl oluyor da onları açmamız bunu
değiştiriyordu. Açılan gözlerinin önündeki imkânsızlıklar dünyası onu
çıldırtıyordu. O an sağ el başparmağı titremeye başladı. Yine bir nöbete
girmesini engellemek için aklındaki bu düşünceyi dağıtması gerekiyordu. Eline
sabunu aldı. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Bir erkeğin aklını karıştıracak
birincil nesneyi düşündü. Ve aynada kendi aksine bakarken, her zamanki
ürkek bakışlarında oynaşan şehvet kıvılcımlarını fark etti, … Hayatının
kadınını hayal etti zihninde. Ahlaksızca şeyler gördü orda ve vakit geçtikçe
utancından kurtuldu. Birkaç dakika sonra bakışlarında ürkekliğin zerresi bile
yoktu. Kendini özgür hissediyordu artık. Ta ki 1…
Karşısına çıkan ilk sınır onu gerçekliğin dünyasına
indirmişti. ‘Gerçekliğin dünyası’, ne demekti bu Allah aşkına? Bilim,
nedensellik ve fizik yasaları hâkimiyetindeki bir dünya… Fizik yasalarının
diktatoryası altında ezilen bu sefil evrenin sıkıcılığı onu yine karamsar duygular
vadisinin içine attı. Sıkıcılık ve tekdüzelik o kadar yaygındı ki bir an nefes
alamadığının farkına vardı genç. Sınırlarla dolu karanlığın ve korkunun hüküm
sürdüğü bu vadinin ufkunda ışığı gördü o an. Işık belki aklında yarattığı bir
şeydi fakat o bile onu büyülemeye yetmişti. Gözleri kapalıydı. Ufuktaki uçurumu
görüyordu. Hiç düşünmeden atladı. Zahiri özgürlüğünü doyasıya yaşadı. Ta ki 2…
İkinci sınırı, düşüşünün yarattığı muazzam acı ile fark
etti. Yaşadığı tüm acıya rağmen isyanın hazzını tadan gönlü heyecandan dolup
taşıyordu. Fizik yasaları ülkesinin 4 hükümdarından biri olan yerçekimine isyan
etmişti. Acılarını yok etmek için gözlerini kapattı. Hem çok uzaklara gitti hem
de hiç bir yere gitmedi. Cezası gereği önündeki dev kayayı ulaşılmaz dağın en
üst kısmına yuvarlamakta olan Sisifos’un içinde gördü kendini . Onun meydan
okuyuşu kendi seçimiydi. Tepede olacakları kuşkusuz biliyordu Sisifos. Tepeye
yaklaştıkça hazzı da doruk noktaya ulaşmaya başlamıştı. Ta ki 3…
Elinden kaçırdığı kayanın tepenin yamacına yuvarlanışını
Sisifos’un dinginliği ile karşılayamadı genç. Taşın arkasından yeniden yola
koyulan Sisifos’u bu sonsuz döngüsü ve bilgeliği ile baş başa bıraktı.
Dev kayanın aşağı yuvarlanışı onun tekrar içinde bulunduğu
imkansızlıklar evreninin farkına varmasını sağlamıştı. Kendini bu evrenin
sınırları içinde sıkışmış, mutlu olduğunu sanan, oysa kölelikleri karanlık
suratlarına vurmuş sefil ruhlarla birlikte, zehirli sarmaşıklarla dolu boğucu
bir ormanda buldu. Bir zamanlar, isyanın ne demek olduğunu hiç bir zaman
bilememiş bu ruhlardan bir ruh olduğunu anımsadı. Artık uyanmış ve gözlerini
kapatmayı öğrenmişti. Zehirli sarmaşıkların ısırıklarını ve omuzlarından
çekiştiren korkunç ruhların dokunuşlarını hissetmemeye başladı. Önünde bir
kasenin içinde duru bir su belirdi. Onun değişmesini diledi. İnanılmaz bir şey
oldu ve suyun rengi değişmeye başladı, o an etrafı eşsiz bir şarap kokusu kapladı.
Sonunda kendini yeniden özgür hissetmeye başliyordu. Kutsal kaseyi
iki eliyle kavradı. Eşsiz melodilerin eşliğinde dudaklarını kaseye sanki
hayallerindeki kadının dudaklarına ulaşmaya çalışır gibi değdirdi . Kasenin
içindeki şarabın tadını alacaktı nihayet. Hazzının doruklarına yol aldı . Ta ki
4...
Tek hissettiği suyun sade tadıydı. Avuçlarının içindeki
kasenin kaybolduğunu farketti. Elleri sadece derisini haşlayan kaynar suyu
hissedebiliyordu. Bilekleri kelepçeli bir mahkum gibi elleri önünde diz çökmüş
acısından avazı çıktığı kadar bağırdı. Umutsuz haykırışları ormandaki
mutlu ruhların tiz çığlıkları arasına karışıyordu. O sırada korkunç ormanın
sisleri içinden nefesi kölelik olan vücudu alevden bir ifrit belirdi. Dev
pençeleri arasında mutluluk kelepçesini taşıyordu. Yeri ve göğü inletecek bir
sesle dile geldi.
Ey seni şaşkın ruh ! asla aşamayacağın sınırlarını zorluyorsun. Onları aşmaya
çalışmak ancak acılarını arttıracak. Bu sınırların dışında hiç birşey yok.
Sadece boş bir hiçlik. Sana sınırlarını unutturabilirim. İşte o zaman şu ruhlar
gibi mutlu olabilirsin. Kuşkusuz cehalet mutluluktur.
Yaşadığı muazzam acının içinde bedeni titriyordu genç
adamın. Ve güçlükle konuştu.
Sahte mutluluğun sende kalsın seni şeytan soyu! Mutluluk kelepçen bileklerimden
geçtiği anda beni köleden başka hiçbirşey yapmayacak. Eğer her şey dediğin bu
sefil hayatsa sınırlarımın ardındaki hiçlik tepesi yeğimdir. Beni hiçlik
tepesine, sınırların ardındaki gerçeğe ulaştıracak acılarımın gösterdikleri
olacaktır.
Önündeki bu alevden dev korkunç ifrite gözlerini kapadı.
Mutluluk kelepçesini reddettikten sonra sınırlarına daha fazla yaklaştığını
hissetti. Acının yerine haz geldi
ta ki 5...
Acının geri gelmesi uzun sürmedi. Uçsuz bucaksız umudun olmadığı
ıssız bir çölde buldu kendini. Çıplak ayaklarını haşlayan kızgın kuma rağmen bu
sınırsız yaşamsızlığın içinde samyelinin ruhunu arındırışını hissetti. Sağırdı
ama kıyıya vuran dalgaların dinlendirici sesini duyabiliyordu artık.
Koklayamıyordu ama eşsiz tazeliğiyle denizin kokusunu alabiliyordu. Gözleri
kapalıydı, sonsuz okyanusun büyüleyen maviliğine hayran kaldı. Kızgın kumlarda
haşlanan ayakları buz gibi suyun şefkatli dokunuşları ile kendinden
geçmişlerdi. Islak bilgelikten olma devasa eller onu huşu ile yukarı
kaldırdılar. Çok uzak diyarlardan kaderin bir oyunuyla buraya gelen yolunu
kaybetmiş rüzgâr ilahi bir melodiyi taşıyordu. Bir adım daha attı inanamadı.
Suyun üstünde yürümeye başlamıştı. Hazzın en saf halini tattı. İlk defa bu anın
sonsuza kadar sürmesini diledi. Ta ki 6…
Kızgın kumların ateşten ısırıklarını yeniden hissetmesini
Sisifos’un dinginliği ile kabullendi. Sıcak boğucu kuru bir çölde dayanılmaz
acıları ile baş başa idi. Lanetlenmiş ölüm kusan cinlerin fısıltılarını dinledi
bir süre. Çok geçmedi ki hırçın rüzgârlarla birlikte uçuşan kumların arasından
tahtadan devasa bir kapı belirdi. Kapı, kulakları sağır edecek bir gürültü ile
sonuna kadar açıldı. Bu devasa gizemli kapının içinden en derin korkularıyla
birlikte geçerken, keskin cıva kokuları karşıladı onu. Karanlık gölgelerle dolu
kasvetli bir mağaraydı burası. Mağaranın en ucunda kaynayan bir kazanın başında
kara cübbeli bir ihtiyar sanki bu isyankâr ruh hiç mekânına uğramamış gibi
ilgisiz önündeki dev, kara ilimle dolu, tozlu kitabı okuyordu. Bir süre
önündeki kitabın yıpranmış sarı sayfalarını çevirdi. VITRIOL diye haykırdı
birden haşmetli nefesiyle. Ve ayağa kalıp asil kollarını iki yana açtı.
Bu kasvetli korkunç mağara karanlığın içinden gelen uğursuz fısıltılarla
birlikte şiddetle sarsılmaya başladı.
“Visita Interiorae Terrae Rectificando Invenies Occultum
Lapidem” cümlesi yankılandı çökmekte olan mağarada. Kara cüppeli ihtiyar,
isyankar genci dehşetin en derin girdaplarına çeken bu olanlardan hiç
etkilenmemiş gibi mağrur bir şekilde karşısında dikiliyordu. Genç korkusunu
denetleyemiyordu. Ancak fısıltı ile sorabildi.
“ Ne demek bu ihtiyar... mağaradan, taşlardan gelen ses
bilmiyorum... anlamıyorum...”
“ Dünyanın derinliklerini ziyaret et, damıtılırken
gizemli taşi bulacaksın, der bu ses, felsefe taşını, bilgeliği ve el iksiri
arayanlara. Arzın altına inmeleri gerekir bu insanların arınıp saflaşmaları
için. Kimse anlamaz neden cehennemin gerekli olduğunu cennet ulaşmak için ey
ahmaklar!!! Aslında bu korkunç mağarayı arayıp dururlar... evet burasıdır
gizemli taşın bulunduğu yer. Yanlış yerlere bakınıp dururlar hep bu kaos
içindeki ruhlar. Aslında aradıkları yanı başlarındadır . Bu kaynayan sefil
kazanın içindedir o: El iksir, onlara sonsuz bilgeliği ve imkansız ölümsüzlüğü
bahşedecek olandır.
Gel buraya ey isyankar ruh korkma sakın!, bu mağarayı
bulmayı başarmış ulu insan, yaklaş ve ölümsüzlüğün tadına bak...”
Genç artık kararlıydı, ruhunu kemiren korku çok gerilerde
kalmıştı. Sadece acı vardı orda belki de asla dindiremeyeceği, onu gerçek kılan
acı. Başında ihtiyarın iki kolunu yana açmış beklediği kazana doğru
ilerledi. Üstünde V harfini seçtiği kazanın içinde, kaynayan mavi bir sıvı
vardı. Bu sıvı ona bir şeyi hatırlatmıştı. Hafifce gülümsedi ve sonra kaynayan
ulu kazandan gözlerini, kazanın başında dikilen bilge ihtiyara çevirdi.
Kara cüppenin altında, gölgeler içindeki uzaktan göremediği o yüze baktı.
Cübbenin altındaki o sonsuz gölgede kendi yüzünü gördü. Kalbinin
derinliklerinde, cehennem kadar sıcak olan bu mağarada Vitriol’un manasına
vardı. Damıtılmakta olan ölümsüzlük ve bilgelik iksirinden bir yudum
içti. Yaşam aynasında evreni, kendini ve O’nu gördü. Acı ve haz aynı
hissettiriyordu artık.
Ta ki 7…
Kendini Sekiz katlı bir yolun başında buldu. Her yere
kaçınılmaz ölümün dinginliği hâkimdi artık. Bu huzurlu yerin Buda’nın Dört Asil
Hakikat Öğretisi’nde bahsettiği, acıları sona erdiren sekiz katlı asil yol
olduğunu bilmiyordu. İlk katta banyodaki aklı karışmış o adamı gördü. İlk defa
hayatı sorgulamış, etrafındaki kafesin farkına varmıştı. Ve altın kafesin
parmaklıklarına değil, arkasındaki dünyanın ışıltısına bakmayı başarmıştı genç
adam. İkinci katta nedense yine o adamı gördü. Gözleri kapalıydı ve
gülümsüyordu ona bakıp. Bu sefer ona yaklaşmaya niyetlendi. Fakat genç adam
yüzünde o hüzünlü gülümsemesiyle umarsızca kendini ikinci kattan uçuruma
bıraktı. Adamın gözlerinin önünde göğe yükselişini büyülenmiş gibi izledi genç.
Üçüncü katta o adamı gördüğüne şaşırmadı bu sefer. Yanındaki asi bilge ile
saçmalamalarını dinledi bi süre. Dördüncü katta şarabının tadını çıkartan
genç adam O’ndan başkası değildi. Beşinci katta dünyadaki en mutlu insanı
gördü. Altıncı katta bir mucizeye tanık oldu. Göz kamaştırıcı ışıltılarla
dolu bir havuzun üstünde yürümekte olan bir adamın olduğu iyiliğin ve sevginin
hüküm sürdüğü bu kattan yedinci kata doğru çıkınca, avuçlarında mavi bir
sıvının kaynamakta olduğu bir kase belirdi. Bu sıvıyı karşısındaki adama ikram
etmek için ilerledi. Genç adamın yüzünü görebiliyordu artık. O’nun aslında
kendisi olduğunu anladığında şaşırmadı. O adamı sevdi ve onunla bir oldu. Ve
sekizinci kata çıktı. Acı tamamen yok olmuştu.
Ta ki 8…
Önünde gözleri kör edecek muazzam bir ışık parladı. Fakat
bu sefer gözlerini kapamadı genç. Kutsayan ışığın yakıcılığı gözlerini
günahlarından arındırıyordu sanki. Artık önünde evrenin aslını oluşturan
sayılardan başka bir şey görmüyordu. Sınırlarının dışındaki gerçeğe ulaşmıştı
nihayet. 8 sayısının büyük bir alçak gönüllükle yana yatışını izledi. O an şu
sefil evrende çok az kişioğluna nasip olan gerçeği anladı ve hüngür hüngür
sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Ve gerçeğin özgür bıraktığı gözyaşları yağmur
olup banyonun taşları üstündeki gün ışığı ile lanetlenmiş hiç doğmayacak
çocuklarının üzerine yağdılar.
Rekorumdu beni gerçeğin saflığına ulaştıran, 8’di o,
yolumu aydınlatan sonsuz ışığım olan…
Oktavius
( hasan beyazörtü’nün Sekiz adlı denemelerinden
Cild: 8
Sayfa: 888)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder