26 Ocak 2012 Perşembe

Sekiz'den meseller





Sekizden meseller…

O büyük gün geldiğinde, banyodaki aynadan kendi aksine bakıyordu genç adam. Artık üstünü pas kaplamış musluğu çevirdiğinde ufak banyo penceresinden gelen ılık esinti ruhundaki ateşi söndürmeye yetmiyordu. Ellerini akan soğuk suyun içine sokarken o lanet düşünce yine aklına geldi. Hayatı boyunca aklını kurcalayan soruydu bu aslında. “ sınırlar “… Evet, sınırlarımız neydi? Bir insanoğlu ne kadar hızlı koşabilir, neden nefesini en fazla 3 dakika tutabilir, neden suyu şaraba çeviremez, neden ölüleri diriltemez, neden su üstünde yürüyemez, bir madde parçacığının bile ışık hızını geçmesinin imkânsız olduğunu duymuştu bir yerlerden… Kim koyuyordu bu kuralları önümüze. Gözümüzü kapattığımızda sonsuzluklar dünyasındayken nasıl oluyor da onları açmamız bunu değiştiriyordu. Açılan gözlerinin önündeki imkânsızlıklar dünyası onu çıldırtıyordu. O an sağ el başparmağı titremeye başladı.  Yine bir nöbete girmesini engellemek için aklındaki bu düşünceyi dağıtması gerekiyordu. Eline sabunu aldı. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Bir erkeğin aklını karıştıracak birincil nesneyi düşündü.  Ve aynada kendi aksine bakarken, her zamanki ürkek bakışlarında oynaşan şehvet kıvılcımlarını fark etti, … Hayatının kadınını hayal etti zihninde. Ahlaksızca şeyler gördü orda ve vakit geçtikçe utancından kurtuldu. Birkaç dakika sonra bakışlarında ürkekliğin zerresi bile yoktu. Kendini özgür hissediyordu artık. Ta ki 1…

Karşısına çıkan ilk sınır onu gerçekliğin dünyasına indirmişti. ‘Gerçekliğin dünyası’, ne demekti bu Allah aşkına?  Bilim, nedensellik ve fizik yasaları hâkimiyetindeki bir dünya… Fizik yasalarının diktatoryası altında ezilen bu sefil evrenin sıkıcılığı onu yine karamsar duygular vadisinin içine attı. Sıkıcılık ve tekdüzelik o kadar yaygındı ki bir an nefes alamadığının farkına vardı genç. Sınırlarla dolu karanlığın ve korkunun hüküm sürdüğü bu vadinin ufkunda ışığı gördü o an. Işık belki aklında yarattığı bir şeydi fakat o bile onu büyülemeye yetmişti. Gözleri kapalıydı. Ufuktaki uçurumu görüyordu. Hiç düşünmeden atladı. Zahiri özgürlüğünü doyasıya yaşadı. Ta ki 2…

İkinci sınırı, düşüşünün yarattığı muazzam acı ile fark etti. Yaşadığı tüm acıya rağmen isyanın hazzını tadan gönlü heyecandan dolup taşıyordu. Fizik yasaları ülkesinin 4 hükümdarından biri olan yerçekimine isyan etmişti. Acılarını yok etmek için gözlerini kapattı. Hem çok uzaklara gitti hem de hiç bir yere gitmedi. Cezası gereği önündeki dev kayayı ulaşılmaz dağın en üst kısmına yuvarlamakta olan Sisifos’un içinde gördü kendini . Onun meydan okuyuşu kendi seçimiydi. Tepede olacakları kuşkusuz biliyordu Sisifos. Tepeye yaklaştıkça hazzı da doruk noktaya ulaşmaya başlamıştı. Ta ki 3…

Elinden kaçırdığı kayanın tepenin yamacına yuvarlanışını Sisifos’un dinginliği ile karşılayamadı genç. Taşın arkasından yeniden yola koyulan Sisifos’u bu sonsuz döngüsü ve bilgeliği ile baş başa bıraktı.  Dev kayanın aşağı yuvarlanışı onun tekrar  içinde bulunduğu imkansızlıklar evreninin farkına varmasını sağlamıştı. Kendini bu evrenin sınırları içinde sıkışmış, mutlu olduğunu sanan, oysa kölelikleri karanlık suratlarına vurmuş sefil ruhlarla birlikte, zehirli sarmaşıklarla dolu boğucu bir ormanda buldu. Bir zamanlar, isyanın ne demek olduğunu hiç bir zaman bilememiş bu ruhlardan bir ruh olduğunu anımsadı. Artık uyanmış ve gözlerini kapatmayı öğrenmişti. Zehirli sarmaşıkların ısırıklarını ve omuzlarından çekiştiren korkunç ruhların dokunuşlarını hissetmemeye başladı. Önünde bir kasenin içinde duru bir su belirdi. Onun değişmesini diledi. İnanılmaz bir şey oldu ve suyun rengi değişmeye başladı, o an etrafı eşsiz bir şarap kokusu kapladı.  Sonunda kendini yeniden özgür hissetmeye başliyordu.  Kutsal kaseyi iki eliyle kavradı. Eşsiz melodilerin eşliğinde dudaklarını kaseye sanki hayallerindeki kadının dudaklarına ulaşmaya çalışır gibi değdirdi . Kasenin içindeki şarabın tadını alacaktı nihayet. Hazzının doruklarına yol aldı . Ta ki 4...

Tek hissettiği suyun sade tadıydı. Avuçlarının içindeki kasenin kaybolduğunu farketti. Elleri sadece derisini haşlayan kaynar suyu hissedebiliyordu. Bilekleri kelepçeli bir mahkum gibi elleri önünde diz çökmüş acısından avazı çıktığı kadar bağırdı. Umutsuz  haykırışları ormandaki mutlu ruhların tiz çığlıkları arasına karışıyordu. O sırada korkunç ormanın sisleri içinden nefesi kölelik olan vücudu alevden bir ifrit belirdi. Dev pençeleri arasında mutluluk kelepçesini taşıyordu. Yeri ve göğü inletecek bir sesle dile geldi.
            Ey seni şaşkın ruh ! asla aşamayacağın sınırlarını zorluyorsun. Onları aşmaya çalışmak ancak acılarını arttıracak. Bu sınırların dışında hiç birşey yok. Sadece boş bir hiçlik. Sana sınırlarını unutturabilirim. İşte o zaman şu ruhlar gibi mutlu olabilirsin. Kuşkusuz cehalet mutluluktur.   
Yaşadığı muazzam acının içinde bedeni titriyordu genç adamın. Ve güçlükle konuştu.
            Sahte mutluluğun sende kalsın seni şeytan soyu! Mutluluk kelepçen bileklerimden geçtiği anda beni köleden başka hiçbirşey yapmayacak. Eğer her şey dediğin bu sefil hayatsa sınırlarımın ardındaki hiçlik tepesi yeğimdir. Beni hiçlik tepesine, sınırların ardındaki gerçeğe ulaştıracak acılarımın gösterdikleri olacaktır.
Önündeki bu alevden dev korkunç ifrite gözlerini kapadı. Mutluluk kelepçesini reddettikten sonra sınırlarına daha fazla yaklaştığını hissetti. Acının yerine haz geldi
ta ki 5...

Acının geri gelmesi uzun sürmedi. Uçsuz bucaksız umudun olmadığı ıssız bir çölde buldu kendini. Çıplak ayaklarını haşlayan kızgın kuma rağmen bu sınırsız yaşamsızlığın içinde samyelinin ruhunu arındırışını hissetti. Sağırdı ama kıyıya vuran dalgaların dinlendirici sesini duyabiliyordu artık. Koklayamıyordu ama eşsiz tazeliğiyle denizin kokusunu alabiliyordu. Gözleri kapalıydı, sonsuz okyanusun büyüleyen maviliğine hayran kaldı. Kızgın kumlarda haşlanan ayakları buz gibi suyun şefkatli dokunuşları ile kendinden geçmişlerdi. Islak bilgelikten olma devasa eller onu huşu ile yukarı kaldırdılar. Çok uzak diyarlardan kaderin bir oyunuyla buraya gelen yolunu kaybetmiş rüzgâr ilahi bir melodiyi taşıyordu. Bir adım daha attı inanamadı. Suyun üstünde yürümeye başlamıştı. Hazzın en saf halini tattı. İlk defa bu anın sonsuza kadar sürmesini diledi. Ta ki 6…

Kızgın kumların ateşten ısırıklarını yeniden hissetmesini Sisifos’un dinginliği ile kabullendi. Sıcak boğucu kuru bir çölde dayanılmaz acıları ile baş başa idi. Lanetlenmiş ölüm kusan cinlerin fısıltılarını dinledi bir süre. Çok geçmedi ki hırçın rüzgârlarla birlikte uçuşan kumların arasından tahtadan devasa bir kapı belirdi. Kapı, kulakları sağır edecek bir gürültü ile sonuna kadar açıldı. Bu devasa gizemli kapının içinden en derin korkularıyla birlikte geçerken, keskin cıva kokuları karşıladı onu. Karanlık gölgelerle dolu kasvetli bir mağaraydı burası. Mağaranın en ucunda kaynayan bir kazanın başında kara cübbeli bir ihtiyar sanki bu isyankâr ruh hiç mekânına uğramamış gibi ilgisiz önündeki dev, kara ilimle dolu, tozlu kitabı okuyordu.  Bir süre önündeki kitabın yıpranmış sarı sayfalarını çevirdi. VITRIOL diye haykırdı birden haşmetli nefesiyle. Ve ayağa kalıp asil kollarını iki yana açtı.  Bu kasvetli korkunç mağara karanlığın içinden gelen uğursuz fısıltılarla birlikte şiddetle sarsılmaya başladı.  
“Visita Interiorae Terrae Rectificando Invenies Occultum Lapidem” cümlesi yankılandı çökmekte olan mağarada. Kara cüppeli ihtiyar, isyankar genci dehşetin en derin girdaplarına çeken bu olanlardan hiç etkilenmemiş gibi mağrur bir şekilde karşısında dikiliyordu. Genç korkusunu denetleyemiyordu. Ancak fısıltı ile sorabildi.
“ Ne demek bu ihtiyar... mağaradan, taşlardan gelen ses bilmiyorum... anlamıyorum...”
“ Dünyanın derinliklerini ziyaret et, damıtılırken gizemli taşi bulacaksın, der bu ses, felsefe taşını, bilgeliği ve el iksiri arayanlara. Arzın altına inmeleri gerekir bu insanların arınıp saflaşmaları için. Kimse anlamaz neden cehennemin gerekli olduğunu cennet ulaşmak için ey ahmaklar!!! Aslında bu korkunç mağarayı arayıp dururlar... evet burasıdır gizemli taşın bulunduğu yer. Yanlış yerlere bakınıp dururlar hep bu kaos içindeki ruhlar. Aslında aradıkları yanı başlarındadır . Bu kaynayan sefil kazanın içindedir o: El iksir, onlara sonsuz bilgeliği ve imkansız ölümsüzlüğü bahşedecek olandır.
Gel buraya ey isyankar ruh korkma sakın!, bu mağarayı bulmayı başarmış ulu insan, yaklaş ve ölümsüzlüğün tadına bak...”   
Genç artık kararlıydı, ruhunu kemiren korku çok gerilerde kalmıştı. Sadece acı vardı orda belki de asla dindiremeyeceği, onu gerçek kılan acı. Başında ihtiyarın iki kolunu yana açmış beklediği  kazana doğru ilerledi. Üstünde V harfini seçtiği kazanın içinde, kaynayan mavi bir sıvı vardı. Bu sıvı ona bir şeyi hatırlatmıştı. Hafifce gülümsedi ve sonra kaynayan ulu kazandan gözlerini, kazanın başında dikilen bilge ihtiyara  çevirdi. Kara cüppenin altında, gölgeler içindeki uzaktan göremediği o yüze baktı.  Cübbenin altındaki o sonsuz gölgede kendi yüzünü gördü. Kalbinin derinliklerinde, cehennem kadar sıcak olan bu mağarada Vitriol’un manasına vardı.  Damıtılmakta olan ölümsüzlük ve bilgelik iksirinden bir yudum içti. Yaşam aynasında evreni, kendini ve O’nu gördü. Acı ve haz aynı hissettiriyordu artık.
Ta ki 7…

Kendini Sekiz katlı bir yolun başında buldu. Her yere kaçınılmaz ölümün dinginliği hâkimdi artık. Bu huzurlu yerin Buda’nın Dört Asil Hakikat Öğretisi’nde bahsettiği, acıları sona erdiren sekiz katlı asil yol olduğunu bilmiyordu. İlk katta banyodaki aklı karışmış o adamı gördü. İlk defa hayatı sorgulamış, etrafındaki kafesin farkına varmıştı. Ve altın kafesin parmaklıklarına değil, arkasındaki dünyanın ışıltısına bakmayı başarmıştı genç adam. İkinci katta nedense yine o adamı gördü. Gözleri kapalıydı ve gülümsüyordu ona bakıp. Bu sefer ona yaklaşmaya niyetlendi. Fakat genç adam yüzünde o hüzünlü gülümsemesiyle umarsızca kendini ikinci kattan uçuruma bıraktı. Adamın gözlerinin önünde göğe yükselişini büyülenmiş gibi izledi genç. Üçüncü katta o adamı gördüğüne şaşırmadı bu sefer. Yanındaki asi bilge ile saçmalamalarını dinledi bi süre. Dördüncü  katta şarabının tadını çıkartan genç adam O’ndan başkası değildi.  Beşinci katta dünyadaki en mutlu insanı gördü.  Altıncı katta bir mucizeye tanık oldu. Göz kamaştırıcı ışıltılarla dolu bir havuzun üstünde yürümekte olan bir adamın olduğu iyiliğin ve sevginin hüküm sürdüğü bu kattan yedinci kata doğru çıkınca, avuçlarında mavi bir sıvının kaynamakta olduğu bir kase belirdi. Bu sıvıyı karşısındaki adama ikram etmek için ilerledi.  Genç adamın yüzünü görebiliyordu artık. O’nun aslında kendisi olduğunu anladığında şaşırmadı. O adamı sevdi ve onunla bir oldu. Ve sekizinci kata çıktı. Acı tamamen yok olmuştu.
Ta ki 8…

Önünde gözleri kör edecek muazzam bir ışık parladı. Fakat bu sefer gözlerini kapamadı genç. Kutsayan ışığın yakıcılığı gözlerini günahlarından arındırıyordu sanki. Artık önünde evrenin aslını oluşturan sayılardan başka bir şey görmüyordu. Sınırlarının dışındaki gerçeğe ulaşmıştı nihayet. 8 sayısının büyük bir alçak gönüllükle yana yatışını izledi. O an şu sefil evrende çok az kişioğluna nasip olan gerçeği anladı ve hüngür hüngür sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Ve gerçeğin özgür bıraktığı gözyaşları yağmur olup banyonun taşları üstündeki gün ışığı ile lanetlenmiş hiç doğmayacak çocuklarının üzerine yağdılar.

Rekorumdu beni gerçeğin saflığına ulaştıran, 8’di o, yolumu aydınlatan sonsuz ışığım olan…

                                                                                              Oktavius

( hasan beyazörtü’nün Sekiz adlı denemelerinden
Cild: 8
Sayfa: 888)










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder